Kendimi anlattırmayın bana şimdi burda

27 Şubat 2010 Cumartesi

Blog ortamlarına girdim gireli gezdiğim blogların birçoğunda sayfanın üst kısımlarında Hakkımda (About Me) kısmını görüyorum. Genellikle esprili bir cümle yazar bende de olduğu gibi. Gelin görün ki ben her bu kısmı gördüğümde aklıma bambaşka bir olay geliyor.

Lise yıllarımdan birinde, son derece sıkıcı ve karamsar bir çarşamba gününün son ders saatinde alışıldığı üzere rehberlik adlı ne işe yaradığı hiç bilinmeyen o dersin bir parçası olmuş oturuyordum. Önümde de neden rehberlik dersine girdiğini bile bilmeyen bir hocanın dağıtmış olduğu ve kimbilir ne maksat ile yazdığım anket benzeri birşey vardı. "Kaç kardeşsiniz" gibi düşünme gerektirmeyen ve şıklı cevapları olan soruları hızla işaretledikten sonra arka sayfanın sonlarına doğru çok sevimsiz bir bölüm gözüme çarptı.

Soru kısmında çok normal birşeymiş gibi "Kendinizi kısaca anlatır mısınız?" yazıyordu, altında da gözüme kocaman görünen bir 5 satırlık boşluk. O anda "ulan" dedim kendi kendime "böyle saçma iş mi olur insan kendisini nasıl anlatır ki?" diyerek düşünmeye başladım. Bir yandan da sınıfın durumunu kolluyordum, herkes aynı anda verse de ben de bu kısmı doldurmadan arada kaynatsam kağıdı diye. Bu satırları okurken "anket verilirken bu kadar strateji yapmak ne saçma" diyor olabilirsiniz ancak ben de bu kadar saçma bir soruyla karşılaşmasam böyle yollar aramazdım. O anda kafamda ömrüm boyunca pek az kez yanmış olan o ampul yandı ve ben de uygun gördüğüm cevabı hemen yazıp gidip bıraktım anket kağıdını hocanın masasının üstüne, bu saçma durumdan da kurtulmuş olmanın verdiği rahatlık ile sırama dönüp kitabımı okumaya başladım.

Ancak bu yalan huzurum birkaç dakika sürdü. Kağıtları kontrol eden hoca benim o verdiğim akıl dolu cevabı görüp de "Parahuman gel evladım buraya" diyene kadar. Nasıl olduysa benim verdiğim cevapta soru ile dalga geçtiğimi anlamamış olan ve yazdığım cevap ile ilgili olarak açıklama bekleyen hoca oturduğun yerden yazdığım 2 kelimeyi göstererek "bu ne evladım" dedi. Anlamaz bakışlarla bakıp "Ne oldu hocam?" deyince bir süre anlamsız bakışlarla baktı bana. Sonra neyse der gibi bir mimik yapınca ben de yürüdüm sırama döndüm. En nihayetinde oraya yazdığım cevap tamamen doğru olduğu için onu beğenmemezlik gibi birşey yapamazdı hoca da. Bu arada o "kendinizi kısaca anlatır mısınız?" sorusuna yazdığım cevap da "evet, bazen" idi.

Michel Platini'ye açık mektup

26 Şubat 2010 Cuma

Sayın Platini,
Mektubuma "sayın" diye başlamamdan umuyorum ki bu yazımı okursun. Platiniciğim öncelikle kendimden bahsetmek gerekirse ben İstanbul'da yaşayan veteran bir öğrenci aynı zamanda da profesyonel bir futbolseverim. Son birkaç senedir de tek eğlencem lüksüm gidip takımımın maçını izlemek, sonrasında 2 kelam sohbet edip evime gelmekti. Evet gelmekti diyorum çünkü artık böyle olmuyor.

Bugün günlerden cuma, şuan saat 14:20 ve benim başım ağrıyor Platiniciğim. Çünkü 1 saat önce uyandım ve uyku düzenimin bozulması benim hem başımı ağrıtır hem keyfimi kaçırır. Bu durumun sebebi sensin işte Platini. Yahu Platini sende 2 gram akıl yok mu Allahını seversen. Akşam 22:05'te başlayan UEFA kupası maçı mı olur Platini. Hiç düşünemedin mi sonra bunca insan evine barkına nasıl gidecek diye. Sen düşünemiyorsan buyur ben sana basit bir hesap yapayım hemen Platiniciğim. 22:05'te maç başladı, diyelim ki saat 23:50'de Fenerbahçe 2-1 öndeydi ve maç uzatmalara kaldı, uzatmalar da 00:00'da başlayıp 00:35'te bitti, penaltı atışları da 15-20 dakka alır saat olur 00:50, staddan çıkıp minibüs duraklarına kadar yürümek 1:20, o saatte minibüs bulunabilirse minibüse atlayıp evime gelmem de 2:20. Hakeza maç uzatmalara gitmediği için ben de dün evime 1:20'de gelmiştim.

Senin çoluğun çocuğun yok mu Platiniciğim. Onları sen bu saatte bi maçı yollar mıydın toplu taşıma yöntemleri ile. Hadi diyelim hiç akıl yok sende vicdan da mı yok be Platini. Ayrıca gözümden kaçmayan başka bir nokta daha var. Galatasarayın aynı gün aynı kupadaki maçı akşam 20:05'te başlıyor da bizimki neden 22:05'te başlıyor. Bunu da anladım Platini, benden kaçmaz. Bizim rakip Fransız olunca, sen de Fransa'nın bağrından çıkmış bir insan olduğun için "dur bu maçı geç saate koyayım da bunların taraftarı çile çeksin" dedin dimi? Benden kaçmaz böyle ufak detaylar Platini. Hadi bu senelik elendik de seneye böyle bir durum tekrarlanırsa maymunluk cambazlık yapmadan iki maçı da adam gibi aynı saate koy sevgili Platini. Ha baktım yine bu asi isyankar tavırlarına devam ediyorsun, hiç üşenmem atlarım bir uçağa gelirim Fransa'ya oturur bir çayını içerim orda da daha ciddi konuşuruz.

Şöyle böyle #25

23 Şubat 2010 Salı

Yine bir şöyle böyle yazısıyla karşındayım sevgili okur. Kafamı verip uzun uzun ciddi bir konu yazamıyorum şu sıralar çünkü hala okula kayıt olabilmiş değilim. Otomasyon sistemi daha kendini otomante edemediği için benim kayıt işlemlerimi hayli hayli otomante edemedi. 2 haftadır bir kayıt olamadım lan. Bu ülkedeki öğrencilik mağduriyetinin somut bir kanıtıyım adeta. Fazla uzatmadan keyifle okuman dileğiyle başlıyorum.

  • Bazen tuvalet kağıdı reklamlarında çok iddialı sözler falan oluyor ya, komiğime gidiyor işte o sözler benim. Tuvalet kağıdı lan alt tarafı.
  • Kış olimpiyatları her zamanki gibi yine keyifsiz oluyor bence. Hele şu buz hokeyinden zerre hazzetmiyorum. Oynaması süper zevklidir belki ama izlerken pak nerde kale nerde derken hiçbirşey anlaşılmıyor. Amerikan futboluna laf yok ama, o süper zevklidir. Oynaması da izlemesi de.
  • Bilmem dikkatinizi çekti mi ama ülkede iki tane bilinmeyen numaralar hizmeti çıktı galba. Bir reklam 11880 diyor diğer reklam 11818 diyor. Bilinmeyen numaralar özelleşti mi ne oldu anlamadım.
  • Bir de hep yapmak istediğim birşey 118'i arayıp "pardon bilinmeyen numaraların telefon numarası kaçtı acaba?" diye sormaktır. Telefondaki kişi çok şaşırır diye umuyorum.
  • Geçen gün dikkatimi çekti şehirler arası otobüslerin ilk durağı gibi olan bir yerde Elazığlı Çiğköfteci var. Düşündüm de, İstanbul'a yeni gelmiş birisi 10 saatte memleket hasretiyle yanıp tutuşmaz. 10 saat sonra memleketinde olacak birisi de memleketinde en kralını yemek varken İstanbul'da yöresel yemeğini yemez. O dükkan nasıl bunca senedir iş yapıyor, kim gidip ordan yiyor çok merak ediyorum.
  • Televizyonda Çok Güzel Hareketler Bunlar diye bir televizyon programı var, birçoğunuz görmüşünüzdür. Sorun şu ki ne zaman bu programa denk gelsem seyirci namına ilkokul ya da ortaokul talebelerini görüyorum sadece. Bu programı yapanlar kıllanmıyolar mı acaba "biz bu programı bunlara mı yapıyoruz arkadaş?" diye.
  • İnsan okulu uzatınca etrafındaki herkesin askere gidip gelmesi çok pis bir psikolojik baskı. O günün geleceğini bilmek ve dinlenilen türlü çeşitli hikayelerle daha da gerilmek.
  • Bugün bir araştırma yapılsa mizah dergisi okuyan ergenlerin %87.77'sinden azı karikatürist olmak istiyorsa kendimi camdan atarım.
  • Birşey anlatırken küsuratlı bir oran söylediğinizde çok daha ciddiye alınırsınız, bu da benden size bir tavsiye olsun. Misal %58.48 derseniz "vay anasını kimbilir ne biçim bilimsel araştırmalar neticesinde bu rakamı söylüyor adam" der karşınızdaki kişi.

Şöyle böyle #24

20 Şubat 2010 Cumartesi

Çok yıldım sevgili okur. Bu kayıt işlemleri süreci ne enerji ne neşe bırakmıyor bende. Bürokratik işlemlerin başladığı yerde ben bitiyorum adeta. Çok uzatmadan şöyle böylelere geçeyim.

  • Dizilerde falan hep görüyoruz ya ayrılan çiftin romantik erkeği gidip boğazda yüzüğü atar denize. Gerçekten böyle insanlar var mı acaba? Varsa da bir dalgıç kıyafeti kiralayıp boğaza dalmamı sağlayacak kadar çok sayıda mıdır?
  • Şimdi diziler filmler falan başlarken başında +7 +18 gibi uyarılar oluyor ya, işte o uyarıyı görünce daha bir merakla seyrediyor insan sanırım. "Heheyt yaşım gelmiş hakkımdır artık şiddetli film seyretmek hakkımla seyrediyorum kim karışabilir" gibi bir durum oluyor sanki. Yaşım tutmazken de seyrederdim şiddetli film orası ayrı konu.
  • Benim gözümde dünyadaki en pis insan 35 metreden gol yedikten sonra defansa bağıran kalecidir.
  • Şu kış mevsimi geldiğinde çoktan birbirine karışmış olan saçımı sakalımı daha çok seviyorum adeta. İnsanların sıfatları üşürken ben sokağa natürel kar maskesiyle çıkıyormuşum gibi oluyor.
  • Sokakta öğrenci mutfakta Charlie Chaplin yatakta horluyor olurum.
  • Evinde barkında iguana besleyen insanlar var ya mesela ben anlamıyorum onları. İguana çok kaknem bi hayvan. Gözleri bayık bakar, sevindi mi üzüldü mü anlayamazsın, terliklerimi getir dersin cevap alamazsın, şakacıktan bir oynayayım diyemezsin. Ne yapmaya besliyor ki bu insanlar bu iguanaları.
  • Türkiye'ye vize uygulamayan ülkeler acaba Türkiye'den az kişi gidince kırılıyor mudur? Nebileyim mesela Belize devlet başkanı elinde turistik raporları tutarken gözü yaşlı bir şekilde "sırf o sevimli Türk'ler gelsin diye, onlara kolaylık olsun diye vize istemedim ama onların yaptığına bak, 1 kişi bile gelmedi" diyor mudur?

Şöyle böyle #23

17 Şubat 2010 Çarşamba

Sevgili okur, tatil yüzü görmeden yeni okul dönemine başlıyorum. Adeta konfor haram olmuş bana. Daha bir okul dönemi yeni bitmişken dinlenmeksizin kayıt kürek işlemleri ile uğraşarak uzatmalı öğrencilik hayatımın son dönemecine giriyorum.

  • Rio karnavalı çok ilginç gelmiyor mu size de. Binlerce abla giymişler bikinileri tangaları çakada çukada dans ederek geziyorlar. Seyirciler izledikleri yerden bir dans figürü falan da göremiyorlardır. Gidip sorsan Brezilya devlet başkanı da birşey anlamıyordur bu işten, hatta o devlet başkanı bunu okusa "sırf turistik olay olsun diye yapmıyosam adam değilim" diyordur.
  • Nefes filmi ilk defa gösterime girdiğinde dünyanın en enteresan şeyi oldu. Korsancılar çıkıp haber verdi "bu filme olan saygımızdan korsanını yapmama kararı almış bulunuyoruz" diye. Nasıl oluyor da korsan film yapanlar bu kadar rahat medyaya bunu iletebiliyor ki. Korsancıların direk halk ile böyle birebir iletişim halinde olabilmesi enteresan değil mi?
  • Geçen gün haberlerde izlediğim bir olay beni adeta beynimden vurulmuşa (yok la o kadar değil cümleyi toparlayamadığımdan böyle yazdım) çevirdi. Polisle eylemciler çatışırken dar sokaklarda bir grup polis koşuyor deri ceketli birini yakalıyorlar. Deri ceketli de sinirli bir ruh haliyle "ya abi napıyosunuz ya ben sizdenim kaçırdım herifleri, gizli polisim ben" dediği anda resmi polisler bir anda bıraktı bu adamı. Demek ki yarın öbürgün polisler aniden yakalasa beni bu yöntemi deneyerek kurtarabilirim. Hakeza ne kimlik sordular ne birine danıştılar.
  • Benim gözümde en başarılı defans oyuncusu topa abanıp rakip oyuncunun suratına çarptırdıktan sonra topu auta çıkartabilendir. Hem sıkışık durumdan topu kurtarır hem de psikolojik savaşta rakibi bir adım geriletir.
  • Bazı haber süsü verilmiş reklamlar türedi son zamanlarda. Ekranın altında kocaman kocaman "Son dakika" falan yazıyor bu reklamlarda. Kendimi o kadar kandırılmış hissediyorum ki bu reklamı yapan firmalardan bir ürün almayacağıma yemin ediyorum o anlarda. Bu firmaların aklı varsa isimlerini değiştirip adam gibi reklamlarla tekrar çıkarlar karşıma.
  • Bunca yıl sonra televizyonda yine Yasemince görmek bana hiç o eski tadı vermedi. Keşke o neşeli hali ile bitmiş ve bir daha dönmez olsaydı. Ayrıca bu kadın da nasıl birşey ise 10 sene önceki görünümünü birebir koruyabilmiş, aklım ermedi.
  • Sizlere tavsiyem sakın benim gibi "şu diziyi bu sezon izlemeyeyim de yeni sezon bitince toptan indirip izlerim" demeyin. Ne Lost'u hatırlıyorum şimdi ne How I Met Your Mother'ı. Hepsini unuttum gitti, izleyesim de gelmiyor şimdi.
  • Eğer ertesi gün İstanbul'un diğer yakasına geçeceksem adeta Everest'e tırmanacak olan dağcılar gibi hazırlıklar yaparım, türlü heyecanlar yaşarım bir gün önceden. Ertesi günün neler beklediğini kimse bilemez. Kolay değil, koskoca boğazı geçicem.
  • Otobüste minibüste son durağa yaklaşırken çok derin uyuyan insanlar benim içime dert olur hep. Ama hiçbir zaman da gidip uyandırmam son durağa gelince. Sonra adam bana "sanane kardeşim ben bu otobüse uyumak için bindim" falan der ben de türlü dövüş teknikleriyle otobüsün içinde kırarım bu terbiyesizin ağzını gözünü de sonra suçlu ben olurum.
  • Bir reklamda "şekerlerimiz artık gerçek meyve sulu, doya doya yiyin" diyor ya. Gidip bu şirketin de kapısına dayanasım var "artık meyve sulu ise bunca zaman ne yedirdiniz bu millete de artık diyebiliyorsunuz, utanılacak şeyi gerine gerine söylüyorsunuz terbiyesiz herifler" diye.
  • Ne bu agresiflik diye sormayın sevgili okur. Okulun kayıt işlerinde bazı saçmalıklar çıkıp uzadıkça bendeki önüme gelene sümsük tepik vurma isteği artıyor.

All-Star Weekend'in ardından

16 Şubat 2010 Salı

Her ne kadar bu bloguma sporu çok karıştırmama kararı almış olsam da hem bir NBA sever olmam hem de bütün bir sene boyunca bu olayı beklemiş olmamın neticesinde dayanamayıp geride bıraktığımız All-Star haftasonunu kısa kısa maddelerle değerlendirmek istedim. Tabi bilinen görünen klişe şeyleri yazmak yerine gözüme çarpan hadiselerden bahsedeceğim.

  • Önce bilmeyenler için kısaca All-Star'ın ne oluğunu izah edeyim de konuyu bilmeyenler de yazıdan soğumasınlar. Bu All-Star dediğimiz olayda sezonun en başarılı oyuncularını bir stada toplayıp önce türlü çeşitli yarışmalar yaptırıyorlar, sonra da oynadıkları takımlara göre doğu ve batı olmak üzere iki takıma ayırıp maç yaptırıyorlar birbirleriyle. Tadından yenmeyen bir hadise çıkıyor ortaya.
  • İlk defa bu kadar keyifli bir çaylak maçı izledim. Blair ve Evans süper hareketler yapmış olsalar da ödülü iki kişi alma olayını pek sevmiyorum. Sonradan açıklandığı kadarıyla da Evans almış sanırım.
  • Brandon Jennings denen adam topu aldığında potanın önüne özel bir koruma kalkanı falan koysun NBA yetkilileri. Adam şahsi oyunuyla bütün seyir keyfimi kaçırdı resmen oynadığı dönemlerde.
  • Çaylak maçının devre arasında smaç yarışmasının elemesi oldu. Sanırım ilk defa olan bir hadiseydi bu hakeza ben gördüğümde şaşırdım hayli. DeRozan haketmeden %61'lik bir oy ile ertesi günki finale kalmış oldu.
  • Çaylakların 7 sene sonra kazanmaları güzel bir netice oldu. En azından maçın geçen senelerdeki gibi smaç yarışmasına dönmesi yerine maça benziyor olması bile güzel birşeydi.
  • Shooting stars izlediğim en keyifli yarışmalardan birisi olsa da son aşaması çok şansa dayanıyor yav. Orta sahadan atıcan da giricek falan. Yine de izlemesi çok keyifliydi.
  • Skills yarışması da keyifliydi ancak onda da bir pası ilk seferde veremeyince bütün konsantrasyon falan dağılıyor, atacağı varsa da atamıyor adam. Yine de Nash'in son derece hakederek kazandığını söylemek lazım.
  • En büyük süprizlerden birisi üçlük yarışmasında yaşandı. Gelin görün ki bana süpriz olmadı. En başından söylediğim gibi favorim olan Paul Pierce son derece başarılı bir şekilde kazandı. Nasıl bildin diyecek olursanız biliyorum ki Pierce çalışmayı seven ve yarışanlar arasında en kritik ve baskı altında olunan anlarda şut kullanan adam. Ayrıca 2009 yılında en yüksek yüzdeye sahip oyuncu da o. 2002'deki başarısız üçlük yarışmasını da unutturabildi böylece.
  • Cumartesi gecesinin son aksiyonu olan smaç yarışması ise belki de artık en az ilgi gösterilen ve en az heyecan veren bölümdü. Nate Robinson 1.75'lik boyuyla yine uçtu kaçtı ve belki de ilk defa hakederek bu ödülü aldı. Ama nedense artık smaç yarışmaları beni heyecanlandırmıyor ve şaşırtmıyor.
  • Bu arada bu All-Star maçının gözdesi kesinlikle 1.2 milyar dolara yapılmış olan dev staddı. Amerikan futbolu stadından devşirme olan bu dev komplekste 108 bin kişi çıplak gözle bu maçı izleyerek bir rekora da imza attılar. Ayrıca benim bir süre için çatı zannettiğim ve yarım futbol sahası büyüklüğündeki yüksek çözünürlüklü ekrana da henüz aklım ermedi. Boyutları doğru yazdığımı vurgulamak için tekrar yazmakta fayda görüyorum. 2 basketbol sahası büyüklüğünde bir ekrandı bu.
  • Bana göre All-Star maçlarının olmazsa olmazı diyebileceğim 3 adam (Kobe, Iverson ve Shaq) bu maçta yoktu, gözlerim onları aradı. Wade ve LeBron biraz olsa onların yokluğunu hissettirmemeyi başardı.
  • All-Star maçından önce ben açıkcası batının kazanıp ev sahibi konumunda olan Nowitzki'nin de MVP ödülünü alacağını düşünüyordum.
  • Özellikle ikinci yarısı ile son derece çekişmeli ve kaliteli bir müsabaka olduğunu düşünüyorum. Benim için maçı en keyifli kılan ve ön plana çıkan isimler Wade ve LeBron oldu.
  • Hayatımda gördüğüm en keyifsiz seyirci maçtaydı. 108 bin kişinin hepsi aynı anda kendi kendine konuşsa ortalık inler diye düşünürken adeta maç çölde oynanıyormuş gibi hiçbirşey duyulmadı tribünlerden.
  • Maç öncesi ve arasındaki o şarkıcıların falan yerine eskiden daha çok oyuncular çıkıp birşeyler yaparlardı. Seyircilere birşeyler atarlardı hediye olaraktan falan, öyle şeyler görmeyi yeğlerdim Shakira'yı görmektense.

Şöyle böyle #22

14 Şubat 2010 Pazar

İşte son günlerin şöyle böyleleri.

  • Uçarı kelimesini oldum olası sevegelmişimdir.
  • Uçarı kadar dikkatimi çeken bir diğer kelime de refüzedir. Karşımdaki kişi en ilgimi çekmeyen konuyu anlatıyorsa bile refüze dediği anda pür dikkat dinlemeye başlarım.
  • Bazen televizyonda zap yaparken çok saçma bir durum yaşıyorum. Kanalları değiştirirken reklam olan bir kanala geldiğim esnada bilgisayarda birşey gözüme çarpıyor ve bilgisayara dönüyorum. Sonra tekrar televizyona baktığımda reklam görünce "bu kanalde kesin çok güzel birşey izliyordum, yoksa niye bu kanal açık olsun, reklamlar bitsin de izlemeye devam edeyim" diyorum. Sonra reklamlar bitince de görüyorum ki alakam bile olmayan bir program varmış o kanalda.
  • Hıncal Uluç'a program yaptırmayı bıraktıkları anda NTV Spor tartışmasız bu ülkenin en başarılı ve kaliteli televizyon kanalıdır ibaresinin altına imzamı atarım.
  • Gece geç saatlere kadar oturduğum zamanlarda etraftaki apartmanlarda açık bir tane bile ışık göremeyince kendimi çok sıradışı birşey yapıyormuşum gibi hissediyorum.
  • 2009 yılında çok fazla Türk yapımı film çekildi, sinemalar coşacak falan deniliyordu da şimdi düşününce koskoca 2009 yılından aklıma kalan öyle bariz bir film yok sanki. Nereye gitti bu onca film. Kanal-i-zasyon ve Neşeli Hayat dışındaki filmler hakkında bin türlü reklam olayı yapıldı televizyon kanallarında, onlardan başka birşey de göremedim pek.
  • Ne zaman ki toplu yemek yenilen bir yerde masamdaki birisi ayranın kapağını çalkalamadan önce açar, işte ben gerilimden ve kahrımdan ölürüm. Nedense masadaki herkesin ayranlarını çalkalayıp çalkalamadığını da takip ederim.

14 Şubat saplarına tavsiyeler

İşte Parahuman'dan dev bir hizmet daha. Nedendir bilmem ama sanki okurlarımın çoğu sapmış ve bu yaklaşan sevgililer gününü kara kara düşünüyorlarmış gibi hissettiğim için "Saplar için 14 şubatı atlatma taktikleri" tandanslı bu yazı ile karşınızdayım. Her ne kadar son 4 yıldır 14 şubatları sap geçirmiyor olsam da ondan önceki ve hayatımın daha büyük bir süresini kapsayan süreç boyunca yaşadığım hissiyatları düşünerek bu tavsiyeler silsilesi ile karşınızdayım.

  • İlk olarak bu yersiz güne sevgililer günü demek yerine 14 şubat demekle işe başlanmalıdır. Yani günün içeriği zihinden uzaklaştırılmalı, alelade bir tarihmiş gibi yoğunlaşılmalıdır.
  • MSN gibi toplu iletişim araçlarınız mümkün mertebede meşgul konumda olursa bunun da faydasını görebilirsiniz. Bu gün ile ilgili geyik yapmak isteyen sap hemcinsleriniz birşey yazdığında cevap vermeyerek bu sevimsiz şakalardan kurtulabilirsiniz.
  • Eğer bu gün için karşı cinsten birisi ile buluşup birşey yapma gibi bir planınız varsa, bu karşı cins kişisi bir gönül ilişkisi kuramayacağınıza son derece emin olduğunuz birisi ise erteleyin. 14 şubatın tesiri ile düşen standartlar neticesinde herkes etrafındaki insanlara daha fazla bir sevgili potansiyeli gözüyle bakar duruma gelir. Sonrasındaki ızdırap verici nazikçe reddetme durumlarında kalmak istemiyorsanız baştan kendinizi garantiye alın ve bir birliktelik düşünmediğiniz karşı cinsten birisi ile buluşmayın.
  • 14 şubattır diye güvenip her önünüze gelene de aftosluk teklif etmeyin. 14 şubatı zaten nahoş bir şekilde geçirecekken bir de üstüne aynı gün içerisinde birkaç kere reddedilmiş olmayı da eklemeyin.
  • Ana haber bültenlerine kesinlikle bakmayın.
  • Alışveriş merkezi ve sinemalardan da kaçınmak gerekir. Ahalisi hiç değişmeyen yerlere gitmekte fayda var. Kısacası sevgililerin gidip gezmeyeceği yerlerdir bunlar. Örneğin 14 şubat için dışarda yiyeceğiniz yemekler için esnaf lokantaları tercih etmenizde fayda var.
  • Eğer bir doğrultuda gözünüze peluş, balon, kırmızı ya da kalp gibi birşey çarparsa yolunuzu değiştirin. Çünkü o doğrultuda kesinlikle daha fazlası da vardır.
  • Bugünü en rahat geçirmenin yollarından birisi de hemcinslerinizle birlikte zaman alan aktivitelere gitmektir. Bu aktiviteler de seçilirken ortamda sadece hemcinslerinizin olmasına dikkat edin. Örneğin erkekler için hesabına oynanmış ve 100 puandan başlanmış bir okey oyunu ve kahve ortamı bu durum için birebirdir.
  • "14 şubatta bütün yalnızlar kendileri gibi yalnızları arar" gibi saçma bir inanca kapılıp da bugün için kendinizi ümitlendirmeyin. Bugün standartlar her ne kadar düşse de yine de ilerleyen tarihlerde o standartların eski yerine yükseleceğini hatırlayın. Ayrıca bu avuntu ile kendinizi kandırarak ve ümitlenerek 14 şubatı yaşamaktansa kabullenerek ve metanetle karşılamak daha avantajlıdır.
  • Acil melankolik durumlar için de cebinizde bir paket çukulata bulundurmak işe yarayabilir.
  • Çiçek satan ablalarla hiç muhatap olmayın. Eğer ki bir yerde birini bekliyorsanız kesin gelip "abe alasın sevdiceğine bir çiçek" falan derler. Eğer ki cevap verip "benim sevgilim yok abla" derseniz daha beter üstünüze gelirler, hatta belki de kalbinizi kırarlar. Çiçekçiler basit bir güzergah izledikleri için uzaktan gelirken gözünüze kestirip doğru birkaç adımla onlarla bir diyaloğa girmemek en iyi yöntemdir.
  • İnternet ortamı da bu günde biraz riskli olacağı için illa bilgisayar başında oturan birisiyseniz ya kafa oyalayıcı oyunlara başvurun ya da aksiyon ya da komedi filmleri falan seyredin.
İşte böyle birkaç basit tavsiye belki de binlerce kişinin yarınını çok daha neşeli geçirmesini sağlayacak. Kimbilir belki de bu saplar elele verip önümüzdeki yıllarda 14 şubat denen günü tarihe de gömebiliriz. Bu yazıyı okuyan ve sevgili sahibi birisi eğer ki "14 şubat çok güzel birşey sevgiliyle eğleniliyor işte" falan diyorsa ona da cevabım şudur ki eğer sen sevgilinin kıymetini bilmek için böyle bir günü bekliyorsan sen zaten ayrıl o sevgiliden. Tüm okurlarımın tüketim çılgınlığından uzak bir sevgililer günü geçirmesi dileğiyle efem, görüşmek dileğiyle.

İkincil dalya

13 Şubat 2010 Cumartesi


Hey gidi sevgili okur hey. Şaka maka 200 yazıya da erişmiş bulunmaktayız. Daha dün gibi hatırlıyorum bu blogu yazmaya başladığım günü. Yalan söyledim aslında sevgili okur. Blogu açalı aslında çok oldu biliyorum. Ama nedense bu sürenin çok keyifli geçtiğini göstermek için söylenen böyle bir yalan var. Yoksa ben açtığım günü de her yazdığım yazıyı da her yaptığım tasarımsal değişikliği de her gelen yorumu da dakikasıyla saniyesiyle hatırlıyorum adeta.

Yıllar yılı sözlüklere falan yazdım durdum beyhude yere de sonunda bu blog olayını da akıl ettim. Sözlük ortamı da güzel hoş da bir curcuna bir kaos, kimse durduk yerde "dur şu parahuman'ı takip edeyim neler yazmış" demiyorken bu bloga girenleri biliyorum ki benim yazılarımı okumak için lütfedip teşrif ediyorlar okuyorlar. Blogu da açarken bu tarihe kadar onbinlerce okuyucu kitlesine hitap ediyor olurum diyordum ancak o da biraz yalan oldu. Neden yalan oldu açıklayayım.

Okulun demirbaş öğrencilerinden birisi olduğum için çevrem hayli geniş. Mezun olanıyla, alttan alanıyla binlerce insan tanıdım diyebilirim. Ancak nasıl bir çevreyse bu okuma fakiri insanlarmış meğersem çoğu. Blog sayesinde etrafımdaki çevremdeki kitleden tiksindim inan ki sevgili okur. Hepsini bir odaya toplayıp "siz ne okumaz ne kültürsüz adamlarmışsınız" diye çemkiresim geldi. Ama bunu da desem aralarından biri çıkıp "hocuu pese gidelim mi" diye soracağı için zahmet etmedim.

Her ne kadar okur sayısı bazen içime dert olsa da yazmak çok güzel bir hadiseymiş sevgili okur. İçime dert olanı, gözüme çarpanı, kafamdan geçeni, yüzümü güldüreni, kısacası herşeyi yazdım bu sanal ortamlara. Böyle böyle toplamda 200 yazı ile karşınızda olageldim, bundan sonrada olmak için elimden geleni yaparım. Keyifle okuyacağın nice yazılarla karşınızda olmam dileğiyle sevgili okur, esen kalın.

CNN Türk ve Recep İvedik

Belki de Türk medya dünyasının en bağdaştıramayacağım iki sembolünü aynı başlığa böylesine bir konu ile yazabileceğim hiç aklıma gelmezdi. CNN Türk çok düzgün Türkçe konuşulan ciddi falan bir haber kanalı. Recep İvedik ise küfürlü kıllı falan bir sinema karakteri. Ancak hayretle izlemekteyim ki 5 tane son derece gözlüklü ve entellektüel insan oturmuş bir saati aşkın bir süredir Recep İvedik'i övmekteler.

Recep İvedik de toplumsal bir sembole dönüşmek üzere neredeyse. Ezilmiş halkın samimi, gülen ve kıllı yüzü olarak bir tarafın nefret ile bir tarafın neşe ile baktığı ve toplumun kesin çizgilerle baktığı bir karakter oldu. Şimdi de görüyorum ki bu CNN'deki elitist elitist konuşan bu abiler de ufak ufak Recep İvedik'in çok da kötü birşey olmadığına, çocukların bunu izleyince küfürbaz olmadığına dair laflar etmek istiyorlar. Bu esnada ben de Recep İvedik ile ilgili düşüncelerimi söylemezsem çatlıycağım için yeni bir paragrafa geçiyorum.

En başından beri Recep İvedik'i izlemeden beğenmeyenleri ve yerenleri hakir gördüm diyebilirim. Ama onların açısından bakınca da mantıklı sayılabilir bir durum beğenmemeleri. Beğenmemişler çünkü anlamamışlar bu karakteri ve böyle bir karakterin olabileceğine de inanmamışlar haliyle. Gelin görün ki ben ne zaman bir minibüse binsem ya da sahil yolu civarındaki yeşillik alanları görsem ya da bir alışveriş merkezinde yürüyen merdivene çok da aşina olmayan birinin o alete bakışını görsem inceden inceden gülerdim. Etrafımda birileri varsa hep birlikte gülerdik hatta. Recep İvedik de bunların toplanıp derlenmiş ve biraz abartılmış hali sadece. Gel gör ki Nişantaşı'nda yaşayayıp her yere taksiyle giden birisi bunları görebilir mi? Göremez tabi, o yüzden de inanmaz bu karaktere ve beğenmez.

Böyle basit bir durum iken bu Recep İvedik konusu neden en ciddi haber kanallarına böyle bir tartışma konusu olduğunu anlayamadım ben. Çocuklara falan zararı yoktur, sinematografik açıdan çok birşet vadetmez, bu filmi izlemek de gülmek dışında insana pek bir katkı sağlamaz. Bu basit gerçekler bilindiği sürece üstüne konuşmak da gereksizdir bence. Ayrıca Recep İvedik de ülkenin en yüksek gişesi olan filmiyse zaten başarılıdır daha üstüne söylenebilecek pek birşey yoktur. Toplum da Recep İvedik'in tek sinema tarzı olmadığını anlayıp kendilerine duygusal ve entellektüel yönden birşeyler katabileceği filmlere de gitmesi gerektiğini bilirse sorun kalmaz. Ki bu açıdan da Recep İvedik'in sinemayla arası olmayanları da sinema salonlarına çekerek ileride belki de çok kaliteli filmler izlemelerini sağlıyor olması gibi de bir gerçek var. Bir de beni rahatsız eden şöyle bir durum da var ki Recep İvedik'i çok seven bir sinema izleyicisi Issız Adam'ı falan izlediğinde biti kanlanıp Çağan Irmak'a ya da o filme dil uzatma gereği duymazken, Issız Adam'ı izleyip beğendiğini söyleyenler "hmmm Recep İvedik mi, tabi ki izlemiyorum, çok seviyesiz birşey, sinema bile değil, yasaklanmalı bunlar kaldırılmalı, bizim toplumumuz bundan anlar anca" gibi şeyler söyleme hakkını kendilerinde bulabiliyor. Yorum yapacağı yoksa bile yapıyor. İzlemeimşse bile yapıyor bu yorumları. Elitistliği damarlarında hissediyor çünkü. Umarım ki Recep İvedik üzerinden de böyle polemikler devam etmez, isteyen istediği şeyi seyreder, diğer filmleri de yermez.

Kendi sınav cevaplarını beğenmeyen hoca

12 Şubat 2010 Cuma

Bir önceki yazdığım lise öğretmenleri ile ilgili yazıya tekrar göz gezdirirken aklıma lisede yaşadığım enteresan bir öğretmen olayı geldi. Ahmet Danacı isimli "yavrüm öf" gibi enteresan tepkileri olan pek sevgili bir hocamız vardı, dersi anlatırken yaptığı hatalar ve sınavlarda her cevaba eksik puan verip sonra öğrenciler yanına gidip kağıtlarına bakınca tam puan vermek gibi enteresan özellikleri olan bir adamdı.

Yanlış hatırlamıyorsam bir ilk dönem matematik dersinin sınavından çıkılmıştı. Genellikle sınavdan sonra panoya doğru cevapları asan bu hoca o sınavdan sonra asmadığı için sınav notları merakla bekleniyordu ancak ilk dönem olduğu için o kadar da umursanmamaktaydı. Birkaç gün sonra herkes sınıftayken hoca gelip notları okumaya başladı. Herkes birkaç dakika sonra hocanın yanına gidip kağıdına bakacağını düşündüğü için notlar üstün körü dinlendi. Herkesin notları okunduktan sonra Sayın Danacı hocamız bir kağıdı daha aldı eline. "Aranızdan bir sivri zekalı arkadaşınız da ismini yazmayı unutmuş. Bir de cevapları tükenmez kalemle yazmış. Kimin notunu okumadım?" deyince sınıfta bir sessizlik oluştu. Anlaşıldığı üzere herkesin notu biliniyordu. "Kimbilir ne yaptı bu adam" düşüncesiyle birkaç kişi kalkıp hocanın masasına gidince bir de ne görelim. Panoya asmak üzere hazırladığı cevap kağıdını da öğrencilerin sınav kağıtlarının arasına karıştırmış, sonra bir de bunu farketmeden bu kağıdı okuyup değerlendirmişti. Durumun anlaşılması üzerine masanın etrafında gülerken daha vahim bir durum dikkatimizi çekti. Bu sayın hocamız kendi hazırladığı cevap kağıdına 100 üzerinden 70 vermişti. Bu yazıya da bu pek saygıdeğer hocamın bulabildiğim tek resmini koyarak veda etmek istiyorum.

Yemekteyiz'de tanıdık bir sima

11 Şubat 2010 Perşembe

Geçen gün gecenin bir vakti yine internette beyhude dolaşıp kendimi eğlendirecek birşeyler ararken gözüm yanımda açık kalmış olan televizyona takıldı. Başlıktan da tahmin edileceği üzere Yemekteyiz programı ile göz göze geldim. Son derece kıl ve uyuz olarak tabir edebileceğim bir herif alışveriş yapmaktaydı yemek yapmak için. Ancak bu herifte bana son derece rahatsız edici birşeyleri çağrıştırma özelliği vardı. Kendini beğenmiş haller, yaptığı saçma sapan esprilere özgüven dolu bir tavır ile tepki beklemek, en dandik işleri yapıp çok zor bir iş yapıyormuş gibi davranmak, bilmediği sorulara bilmiyorum demek yerine saçmalamak, her eleştiriye saçma da olsa bir cevap vermeye çalışmak, kompleks dolu bir otorite takıntısı, kelleşmeye başlamış kafayı enteresan bir saç modeli ile kapatmaya çalışmak, başkalarında beğenmediği şeyleri kendinin yapması, alışveriş esnasında yapamayacağını bildiği herşeyin hazırını almak, sadece zeka geriliğinin göstergesi olabilecek derecede ileri bir sakarlık, beceremediği her durumda çözüm üretebilmek yerine başkalarına sormak, etrafındaki hiçbir şeyi beğenmemek ve yeterli bulmamak, yaptığı işin dandikliğini kendisi de bildiği için yarışmaya katıldığını kimseye haber vermemek, gibi özellikler bana geçmişimden çok tanıdık birşeyleri çağrıştırırken sonunda yarışmanın sunucusu sorduğu soruyla bu gizemi çözdü benim için. Bu izlediğim tip standart bir lise hocasıydı. Ve evet sırf otorite takıntısı yüzünden sınıfındaki öğrencilere bile söyleyememişti. Yurdumdaki bütün lise hocalarının birbirine nasıl bu kadar benzeyebildiğinin merakı ile izlemeye devam ettim ben de.

Sonradan gelen ekleme: Bu yazdığım yazı her ne kadar bütün lise öğretmenleri için genel geçer bir yazı olmasa da üzülerek hatırlarım ki benim lise hocalarımın %90'ı bu kalıba uymaktaydı. Umarım tespit amaçlı yazdığım bu yazıdan kimse alınmaz, hakeza bilindiği üzere kimse mükemmel olmadığı gibi her insan bir takım beğenilmeyen özelliğe sahiptir. Tahmin ederim ki bu yazıyı okuyan lise öğretmenleri de meslektaşlarını göz önüne alırsa hak verecekleri birçok nokta olacaktır. Son olarak da bu yazıyı lise yıllarımdan neşe ile hatırladığım 2 önemli öğretmenim olan Ömer Can ve Mustafa Mutlu'ya ithaf etmek isterim. Olur da birgün denk gelip bu yazıyı okurlarsa tebessüm ile hatırlandıklarını bilmelerini isterim.

Televizyondan gelen ilk bilgi

10 Şubat 2010 Çarşamba

Televizyon seyretmeyi ata sporu bellemiş bir toplum olarak tahminim şudur ki Türkiye'de ki insanların %90'ından fazlası ev içerisinde oldukları sürenin %90'ını bir şekilde televizyonla alakalı geçirmektedir. Bu kadar izliyoruz ediyoruz da magazinsel olayları ve güncel haberleri çıkarınca insanların aklında kalan bir bilgi var mı diye merak etmişimdir hep. Benim açımdan enteresan olan ise ben televizyondan öğrendiğim ilk bilgiyi hatırlıyorum.

En çocukluk zamanıma tekabül eden dönemlerde Susam Sokağı'nda sayılar harfler falan olurdu her gün mesela onları zaten biliyordum ben, ama ilk defa televizyondan duyup öğrenip beni şaşırtan bilgi ise o zamanlar da benim için tanıdık bir sima olan Barış Manço'dan geldi. Dünya'ya açılmadan önce Türkiye'yi gezip anlattığı programında Karadeniz'in sempatik bir şehri olan Giresun'a gittiği bölümde söylediği üzere Giresun eskiden en çok kiraz yetiştirilen yerlerden birisi imiş. Kirazın latince karşılığı da kerasus imiş. Kerasus yetiştirilen yer de Kerasun imiş. Giresun'un ismi de burdan gelmekteymiş.

Totalde bir şekilde 20 yılı aşkın süredir televizyona bakan (ki öğrencilik hayatım boyunca bilgisayar hayatım aile büyüklerim tarafından baltalandığı için bu süre zarfında daha çok televizyona bakan) bir Türk genci olarak bunca yıllık televizyon izleyiciliğim neticesinde aklımda kalan bu ilk öğrendiğim şey beni şaşırtagelmiştir hep. Ben de nasıl bilgiye aç bir çocukmuşsam bunca yıl geçip hala unutmamış olmam da başka bir enteresan durum.

Son 5-6 yıldır ise televizyon ile ilişkim çok az. Çünkü artık internet sağolsun kendi izleyeceğim öğreneceğim bilgileri bile kendim seçebiliyorum. Bana göre bilgi dağarcığım artık televizyon kanalları sahiplerinin keyfine bırakılacak kadar kıymetsiz değil. 20 sene sonra düşününce bu izlediklerimden hatırlamaya değer bişeyler olsun mantığıyla bakıyorum artık medya araçlarına. Hepinize faydalı multimedyalı günler dilerim sevgili okurlarım.

All-Star'ın starsızlığı


Bilindiği üzere NBA'in en çok beklenen 2 olayı vardır sene içerisinde. Birincisi final serisi maçları olur ki heyecandan tadından yenmez. Diğeri ise tabi ki All-Star haftasonudur. Yine bir All-Star haftasonunun arifesine gelmiş bulunuyoruz ancak bu sefer aldı beni bir düşünce. All-Star maçlarının olmazsa olmazı diyebileceğim iki adam yoktu çünkü.

Bu All-Star olayını da düşündüm de ne yapsan olmayan bir durum. Yaşlı eğlenceli matrak oyuncuları çağırsan en başarılı sezonunu geçiren oyuncular "bizim ne günahımız vardı" diyerek ayaklanır. Gidip sezonun en iyi oynayan adamlarını alınca da bikaç sene önce olduğu gibi NBA'in en iyi savunmacısı olduğu için All-Star maçına alınan Artest gibi adamlar hakir görülür All-Star maçında.

Buradan NBA'e sesleniyorum. Gelin bu All-Star olayını tam bir eğlence ve şov işine dönüştürün. Hırs yapıp oynayacak yıldızları zaten final serilerinde izliyoruz yeterince. All-Star maçlarının en keyifli en sıradışı hareketlerini yapan Shaq ve Kidd gibi iki adamı bu kadroya almayıp sonra da gelip "Mister Parahuman acaba neden izlemiyorsunuz All-Star maçını" diye sormayın.

Bu arada şimdiden söyleyeyim smaç ve üçlük yarışması çok heyecanlı geçecek bence. Sırf boy fakiri diye acıyıp Nate Robinson'a fazla puan vermezlerse ve Paul Pierce da üçlük yarışmasında soğukkanlılığını kaybetmeyip sezondaki gibi lök lök atarsa izlerken daha bir keyifleneceğim izlerken.

Şöyle böyle #21

8 Şubat 2010 Pazartesi

Sevgili okur, tatil olur dinlenirim sevinciyle ardımda bıraktığım bir final döneminden sonra sancılı bir not açıklanmasını bekleme sürecinden sonra tatil yapamadan kayıt işlerine gömüldüm. Darlandım yani sevgili okur. Kendi durumumla daha fazla kafa şişirmeden son bikaç gündür kafama takılanları yazayım.

  • Bizim TBMM kavgaları biraz kısır oluyor yav sanki. Nerde o Kore'deki Tayland'daki TBMM (onlarda TBMM değildir heralde ismi) kavgaları. Onlarda uçan kafalar, yanar döner tekmeler falan oluyor, bizde anca tokat ve avuç içi ile atılan yumruklar var. Madem illa kavga edeceksiniz bari bu işi görsel bir ziyafete çevirin.
  • Rus salatası ve Amerikan salatası kargaşası benim gözümde Rusya ile Amerika'nın bitmek bilmeyen çekişmesinin somut bir örneğidir. Bir salatayı bile sahiplenmede olay çıkarabiliyor bu abiler.
  • Tulum çıkarmak diye bir tabir var ya, sırf o yüzden hiç bir sınavda tam başarı sağlamadım. Tulum çıkarmak ne lan? Hiç güzel birşey çağrıştırmıyor. Rezillik.
  • Playback ne samimiyetsiz birşeydir. Bi şarkıcı elinde mikrofon şarkıyı söylermiş gibi yapıyor, karşısında da bir grup izleyici eğleniyormuş gibi yapıyor, sonra program sahibi olan sunucu da şarkıyı çok güzel söylemiş gibi yapıyor. Ne pis bir sahtekarlık durumudur bu.
  • O değil de Lost diye bir dizi vardı. Öyle bi saçma aralar verdiler ki diziye ne merakım kaldı ne birşeyim. Adam gibi bi yere bağlasınlar finalini, bitirsinler diziyi ben de öyle izlerim artık.
  • Evimin önünde enteresan bir park var. Yeşillik falan, salıncaklar kaydıraklar falan. Ordaki bir öbek köpek nedense ben geçerken beni zerre sallamadılar da bikaç metre arkamdan gelen teyze ile yanındaki kıza saldırdılar. Durumu o kadar merak ettim ki dönüp köpeklere sorasım geldi "abi şimdi siz beni sallamadığınız için mi saldırmadınız yoksa saygınızdan mı?" diye. Hala da merak ettiğim bir konudur bu.
  • Gazetelerde falan burç kısmı var ya, hani o günün nasıl geçeceğini falan yazıyor. O burç işlerini yazanlar diğer gazetelerdeki burç kısımlarıyla farklı şeyler yazdıklarını görünce ne hissediyorlardır acaba.
  • Lise zamanında her tenefüste falan bir şekilde maç yapılırdı ya, işte ben onu çok özlüyorum. Arasıra üniversitede bahçeyi şöyle bir gözüme kestiriyorum olur mu diye, toplum beni çok yadırgar diye vazgeçiyorum sonra.

Realist evlat cüzdan yakar

6 Şubat 2010 Cumartesi

Geçtiğimiz günlerde okulda kolay yoldan para kazanma tandanslı bir konuşmanın ortasında kalıp cin fikirlerimi savurganca etrafa saçarken aklıma yıllar yıllar öncesinden bir olay geldi. Yanlış hatırlamıyorsam hayatımın ikinci 10 yıllık sürecine yeni başladığım dönemde bir tatil ortamında cereyan etmekte bu olay. O dönemler de tatile ailecek gidilen dönemler olduğundan kelli çekirdek ailem ile ne şehrini ne adını hatırlayamadığım bir otelde tatil sürecimizi yaşamaktaydık. Tatil dediğim de gündüz havuz akşam açık büfeden ibaret birşey. Ancak o otelde başka bir aktivite daha vardı, o da atari. Ki takdir edersiniz ki o yaşlardaki bir tıfıl için en güzel aktivitelerden birisidir bu.

Güneşin en tepede olduğu saatlerde aile baskısı yüzünden deniz havuz yalan olunca ilk günden veriydim kendimi bu atarilere. Yanar döner yumruk senin uçan tekme benim şeklinde geçen 2 günden sonra jeton parası dert olmaya başladı haliyle. Ayrıca nasıl bir atari manyağı olmuşsam kahvaltıdan sonra gidip dikilirdim orda, bazen geç açılırdı. Ancak benim bu durumum valide hanıma dert oldu tabi. Tatil tatil bu pixel pixel ortamlardan kurtulamamamı dert edinerekten tatilin 3. sabahında gidip para istediğimde bir anda cin bir fikir ortaya attı. Hem odada zaman geçirmem hem de kafam çalışsın maksadıyla binlerce gazete ekinden bir tanesini alıp "şu bulmacayı baştan sona çöz sana 50 lira" (50 lira diyosam o zamanın 50 lirası, bugünün 2-3 lirasına falan eşit yani) deyiverdi.

Vay efendim sen misin bunu diyen. Bunca yıl para kazanma hırsı nasıl bürümüşse benim gözlerimi elimden kurtulan bulmaca olmadı. Bütün o ekleri toplayıp sağ baştan başladım mıydı rakamlı sayılı çengel kangal demeden bir çırpıda çözüyordum boynu bükük bulmacaları, parayı da alıp atariye jeton maksatlı biriktiriyordum. Yalnız varın siz düşünün nasıl bir para hırslısı ya da realist bir insanmışım ki valide hanımın cüzdan eridi bitti ben bitmedim. Şahlandıkça şahlandım. Şahlandıkça hızlandım. Hızlandıkça çözmediğim ek yazmadığım ezberlemediğim eski Türkçe kelime kalmadı. En sonunda bir gün beklenen oldu ve valide hanım geldi acı haberi verdi. Para kalmadığından kelli bulmaca işim de yalan oldu. Düşününce akşamları sokakta bir masa atıp orda parayla bulmaca çözme işi de saçma geldi. Hah dedim ben de. Hayat böyle bişey işte. Para kazanmanın neşesini alıp realist düşünceler doğrultusunda hırsa bürünüp atari salonunu kapattıracak kadar para kazanmanın planını yapıyorum, ama en olmadık yerden birşey çıkıp baltalıyor bütün bu hayaller sürecini.

Bugünlerde keyifsizim biraz sevgili okur, bu hikayeyi de şunun için anlattım. Hayatta başına saçma sapan şeyler geliyor insanın, sızlanmamak gerek. Ben sızlanmayın halinize şükredin diyecek kadar optimist bir adam da değilim. Ama şunun için sızlanmayın derim; hayat adil değil. Kimse de size öyle olduğunu söylemedi. O yüzden herşeyi planlayıp süper birşey yapmak üzereyken en olmadık yerden birşey çıkıp herşeyin içine ederse sinirlenin dellenin, ona lafım yok, ama kendinizi haksızlığa uğramış gibi hissetmeyin. Çünkü en başından beri kimse size hayatın adil olduğunu söylememişti zaten, değildir de. Tarih boyunca hiç olmadı, bundan sonra da olmaz heralde. Fazla hırslanıp da sonunda mal gibi kalmamanız dileklerimle, görüşmek dileğiyle sevgili okur.

Türkler ne arar #4

4 Şubat 2010 Perşembe

Yine birikmiş Google arama tandanslı benim bloguma girenlerin enteresan olanları. Madem onlar birikmiş ben de yazayım dedim. İşte geçtiğimiz bir ay içerisinde enteresan aramaları neticesinde benim bloguma ulaşmış olan talihli kişiler.

amerikan güreşi oynayan çocuk öldü: Ya işte ben demiştim bu Fox TV'deki kaslı maslı adamlara inanmayın diye. Yalnız şunu da anlamadım, madem öldüğünü biliyor bu kişi de neden bir daha Google'da bunu aramaya ihtiyaç duyuyor ki.

başkasının bilgisayarından depaccoya üye: Zamanında bu dolandırıcı site ile ilgili sağlam bir bilinçlendirici yazı yazmıştım, demek ki hala o yazı sayesinde dolandırılmaktan kurtulanlar olmuş. Ancak kurtulan da en az site kadar dolandırıcıymış. Kendi kendini üye yapıp zengin olma yöntemleri aramış.

beygirlerde cinsellik: Sonunda National Geographic'e de çevirdiniz güzelim blogumu. Eğer benim yazılarımdan aldığınız bir bilgi bunu arayanların işine yaradıysa sonra da o at gidip bir koşuda birinci falan olduğunda gelip bana payımı vermezlerse hakkımı helal etmem. Ben şimdiden uyarımı yapayım.

big live blogging pizza: İşte hiç anlamadığım aramalardan birisi daha. Tercümesi de şöyle oluyor: büyük yaşa blogla pizza.

burger king amerika domuz: İşte komplo teorisyenlerine inanıp bunu bir de internette aramış bir yurdum insanı. İnanmayın yahu böyle şeylere, bula bula anca benim blogumu bulabilirsiniz işte.

çorum sokaklarında mobese kameraları nerelerde: Sevgili Çorumlu yurttaşım, belli ki trafikte bazı illegal hareketler yapmaya niyetin var, yapma. Yapacaksan da bunu böyle ulu orta internetlerde arama. Arasan da benim son derece legal blogumdan medet umma.

efem su: Yahu bu aramayla benim blogumun ne alakası olabilir. Yakında blogumdan pide siparişi falan da vermeye başlayacaklar herhalde.

fransada işsizlik maaşı ne kadar: Hah işte tam benim kafada bir internet kullanıcısı. Yan gelip yatalım paraları alalım diye düşünmüş. Ama önce de internette araştırmış en çok neresi veriyorsa oraya giderim diye.

günümüz ile neler oldu: Bu kafayla sorarsan hiçbir şey olmadı. Bu anlatım bozukluğundan sıyrılmadan da olmaz kolay kolay.

hamburger görsellik: İşte bunu arayanı çok takdir ettim. Yediği şey hem midesine hem gözüne hitap etmeli aynı benim gibi. Bir ara bana mail atarsa da detaylı veririm bu görselliğin sırrını.

jeff hardy şarkısı masa]st]ne koyunu: Orada masaüstü yazmaya çalıştığını anladıktan sonra bu arama daha da saçma bir hal aldı. Masaüstüne koyunu gibi bir ibare var sonda. Kabahat bende aslında, nerden musallat ettim bu amerikan güreşçisi sevicilerini başıma.

kanada da metalurji: Bu kadar spesifik bir aramada da çıktığım için gözlerim doldu adeta. Gel gör ki ben ne bileyim Kanada'da nasıl olur metalurji.

marduk dönüş: Hah işte bir geldiği yetmiyordu bir de dönüp bir daha mı gelecek yani şimdi bu marduk. Bizim örfümüzde ananemizde misafirperverlik vardır, gidene gel gelene git denmez, marduk'u da hayhay deyip kabul ederiz artık.

tabanca para: Ben bu arayanlara baktıkça her geçen gün yeni birşey öğreniyorum sanırım. Var mı ki acaba böyle birşey cidden? Nasıl birşey olabilir ki tabanca para? Bakkala gidip 2 tabancalık pirinç almak gibi birşey mi?

undertaker alttan alan: Benim yaptığım basit bir kelime esprisini ciddiye alıp bunu arayan insanlar mı var yoksa bu espri benden önce de mi yapılmıştı onu bilemedim? Ama bunu niye bir daha arar bir insan onu hiç bilemiyorum.

uçak al: Benim blog demek ki nasıl zengin bir imaj çizdiyse uçak almaya karar verenler bile gelip benim sayfama danışıyor önce. Bir tur vermeyen toptur lan.

yetenek sizsiniz big box yapan alman çocuk: Yurdum insanı yabancı bir terim duydu mu araştırmaya gerek duymadan duyduğu gibi yazıyor ya direk, işte ona uyuz oluyorum ben. Big box diye sallamış bu tip mesela.

yetenek sizsiniz türkiye alman big bax canın söylediği şarkı: Al bir tane daha. Bu da big bax diye sallamış. Burdan vatana hizmet kapsamında bunun doğrusunu yazmayı kendime görev edindim. Onun doğrusu beatbox'tur.

youtube ayazmada minibüs üstüne atlayan hirsiz 14,01,2010: Yahu ben hayatımda bu kadar spesifik bir arama görmedim. Madem biri böyle birşey aramışsa kesin böyle birşey vardır diyerek saatlerce internette aradım bu olayı. Bulamayınca da merakım 2 kat arttı. Minibüse neden ve nasıl atlar ki bir hırsız. Ya ta tek yaptığı minibüse atlamak ise hırsız olduğu nasıl anlaşılır ki?

Şöyle böyle #20

3 Şubat 2010 Çarşamba

Bugün çıktım çocuklar gibi kar topu oynadım sevgili okur. Yanıma aldığım nice yıllık ahbabımla birbirimize kah kar topu attık kah yere devirdik. Hazır bu neşe ortamını sağlamışken bir de şöyle böyle yazısı yazayım da kafama takılanları, aklıma gelenleri sizle paylaşayım dedim.

  • Facebook'ta bildiğiniz üzere türlü çeşitli oyunlar falan var. Ama bu olay o oyunların bütün maneviyatını bitirmiş. Lisede en ön sırada oturan inek, efendi kız gitmiş pokerde milyon dolar para yapmış mesela. Pokercilik meziyettir yahu, bunu gören babayiğit pokerciler tövbe edip kendini tarıma verir "bu işin artık ne maneviyatı kaldı ne imajı" diyerekten.
  • Tahminimce birkaç milyon yıldır (en az) bu dünyaya kar yağıyor diye biliyorum. Peki hala yağan kar karşısında bu kadar aciz olmamız mantıklı geliyor mu size? Demezler mi adama "bu kadar milyon yılda bir önlem alamadın mı?" diye.
  • Tarih dersi alırken vakti zamanında kafama takılan birşey vardı. Krallık ile prenslik arasında ne fark var. Birini sakallı falan bir kral yönetip diğerini de tayt giymiş uzun saçlı atletik prensler mi yönetiyordu. Krallık itici geldi böyle bakınca olaya. Ayrıca her kral da zamanında bir prensti, ama her prens bir kral olamayabilir. Belki de cevap bu çok karışık cümlenin altında gizlidir.
  • Dejavunun ne olduğunu bilmeyen birinin yanında dejavu olmak büyük ızdıraptır. Dönüp de "oha dejavu oldum lan" dedikten sonra "o ne abi" sorusuyla karşılaşınca o anlatma hali ölümden beterdir. "Hani bazen olur ya böyle o anı daha önce yaşamış gibi olursun da aslında yaşamamışındır da ama öyle hissedersin" diyene kadar bütün heyecanı biter dejavunun.
  • İddia ederim ki bir Türk'ün eline ne zaman ki çok eski bir kitap geçse ilk yapacağı şey fiyatına bakıp sonra da o zamanki harçlığını ya da maaşını düşünerek kitabın değerini bulmaya çalışmaktır.
  • Kartopu oynarken ağacın arkasına saklanan biri olursa aşırtma atmak konusunda üstüme yoktur. Rakibi hem fiziksel hem zihinsel olarak çökertirim.
  • Şu hayatta en büyük korkularımdan birisi dans kursuna falan gitmektir. Deseler ki "milyar milyar para veriyoruz gider misin" koşa koşa giderim ama kendimi çok kirlenmiş hissederim herhalde.

Nitelendiremediğim Şubat

1 Şubat 2010 Pazartesi

Sevgili okur bu şubat ayları bana oldum olası itici gelmiştir. Sorsalar ay camiasının en karaktersizi hangisidir diye direk şubat derim düşünmeden. Ne adam gibi kar yağar ne güneş açar, genelde tatile denk geldiği için laylaylomla geçer. Ayrıca bir de kaç gün olduğunun belli olmaması durumu var ki en uyuz olduğum konulardan birisi de o. İşi gücü bırakıcam da yılı 4'e bölecem de ona göre bakıcam şubat kaç gün olacakmış bilmemne. Bu ayları ayarlayan arkadaşa ayrıca uyuzum zaten. 12 ay var madem. İlk 5 tanesi 31 gün olsun sonraki 7 ay 30 gün olsun insanlar da kafa patlatmasın. Zaten ne iklim kaldı ne birşey. Kısacası finallerimin bittiği bu günde saçma sapan bir hava durumu ile karşılaşıp bir kat daha tiksindim bu şubatın başlangıcından. Tatille falan çabuk geçeceğini ummaktan başka da birşey gelmiyor elimden. Tek avunduğum nokta nispeten diğer aylara göre birkaç gün erken bitiyor olması şubat ayının. Kısacası bu sevimsiz karaktersiz şubat ayını nitelendiremiyorum bile. Böyle işlevsiz, gereksiz, nahoş birşeyleri çağrıştırıyor bana bu ay. Hepinizin şubatının hızlıca geçmesi temennilerimle.

Bu keyifsizlik o kadar da sebepsiz deilmiş. Sonradan gördüm ki 1 şubat Türkiye'den çıkmış en sevdiğim sanatçılardan olan Barış Manço'nun da ölüm yıldönümüymüş. O süper insanı da burdan böylelikle anmış olalım.

Blog Widget by LinkWithin