Twitter'a yeni başlayacaklara tavsiyeler

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Parahumanbeing dev bir hizmetle daha okurlarını buluşturuyor. Malum günümüzün en aktif mekanları artık lunaparklar sinemalar değil internet minternet alemleri. Hal böyle olunca ben de benim biricik okurlarımın sosyal ağlardan mahrum kalmaması için Twitter için genel bir adab-ı muaşeret yazısı hazırlayayım dedim. Olur da "sen kim oluyorsun da böyle akıl veriyorsun" diyen okurlar çıkarsa aranızdan onlara ne tatlı dille yaklaşırım, ne de nazik davranırım baştan uyarayım.

  • Ne çok kişisel, ne de çok genel şeylerden bahsetmeyin. Kişisel mevzulara girmek Twitter'ın şanındandır ancak kimsenin anlamayacağı en özel olaylarınızı da yazmayın. Ayrıca sırf güncel olayları yazmak da matah değildir. En nihayetinde gazete değil orası, sosyal falan bir ortam.
  • Size ilginç gelen şeyler başkalarına da öyle gelir mi diye bir düşünün. Misal "Bu saatte uyandım, inanamıyorum kendime, haman tanrım!!1!1!" ya da "Son 5 saattir açım, hiçbir şey yemedim!11!!1 Öleyom!11!1birbirbir" gibi tweetler aslında öyle pek de ilginç değil.
  • Bir kedi görüp 5 tweet atan kızlardan olursanız, olmaz olun.
  • Twitter hesabı bir şeyler yazın diye açılır, önünüze geleni retweet edin diye değil.
  • Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, öyle ulu orta resimlerini koymayın. Oruçlusu var, bulamayanı var, bulup da rejim yaptığı için yiyemeyeni var falan.
  • Tespit insanları candır canandır okurken eğlendirir ama klişelerden kaçabilmek büyük meziyettir. Bunu başaran sevilesidir.
  • Ünlüler klavyeniz kadar yakın görünse de kendi bilgisayarları kadar uzaktırlar aslında. Onlara laf yetiştirip diyaloğa girmeye çalışmayın olmaz. Çoğu o hesabı kendisi bile kullanmıyor zaten. Ayrıca "Bütün tweetlerinizi okudum ama hepsine tek tek cevap veremiyorum" diyorsa bilin ki hiçbirini okumamıştır, ama yalanına güzel kılıf uydurmuştur.
  • Twitter'ın olayı 140 karakterdir. Askerlik anısı anlatayım diye alt alta 10 tweet atan kişinin yeri Twitter değil blog falandır.
  • Foursquare'i Twitter'a bağlamak güzel bir adet de kimisi de helaya gitse check-in yapıyor arkadaş. Çok hava atma heveslisi de olsan şekil mekanlardan at tweetlerini de bari hep öyle yerlere gittiğin sanılsın. Bir de elalemin Twitter'ı senin check-in'lerinle dolmasın.
  • Fotoğraflı tweetler bana hep çok daha keyifli gelmiştir. Fotoğraf dediğim de tabaktaki yemek değil de etrafı falan gösteren fotoğraflar tabi daha ziyade.
  • Twitter muhabbet etme yeri de değildir. Bunun için MSN var, Twitter'ın mesaj olayı var, Facebook'un konuşma olayı var. İlla konuştuğunuz herşeyi bütün followerlarına gösterme meraklısıysan da başka bir yere kaydet de Twitter'a tek link at bari. Milletin neşesi kaçmasın.
  • Yazmaya değer bir şeyin yoksa, yazmana da çok gerek yok demektir.
Yav böyle de çok mu ahkam keser gibi oldu nası oldu anlamadım. 4 kişi okuyucu kitlem var zaten onu da kaybedersem olmaz olsun böyle blog. Ama du bakalım hadi hayırlısı. Kısmet.

Şöyle Böyle #45

14 Ağustos 2011 Pazar

Tee Mart ayından sonra ilk defa tekrar karşınızdayım. Burdan aklına "Para Human da yaz uykusuna yatan bir hayvanmış demek ki" gibi şakalar getirenlere devasa cüssemi hatırlatmanın yanı sıra, ufaktan da bir açıklama yapma gereği duyuyorum. Efenim ben son 8 aydır, sabah 6:35'te kalkıp akşam 7:20 falan gibi evine gelen, vasat bir memur hayatı sürüyourm. Bundan kelli de hayatımdan anormal bir şekilde bunalmış durumdayım. Bu blog olayı da gözüme çok büyük gözüktüğü için "ben yapamıyorum benden buraya kadar" demiştim. Sonra gözüme o kadar da büyük gözükmeyen bir mikroblog alemine giriştim. Mesai saatleri içinde ver ettim tiwiti ver ettim tiwiti. Tiwitlerimden birinin Facebook'taki izdüşümünün altında benden blog yazısı isteyen kadim dostu da kırmamak adına o anın gazıyla bu ay içerisinde 4-5 post sözü verince düştüm klavyenin karşısına. Bakalım bir şöyle böyle yazısı çıkarabilecek miyim bunca aylık aralıktan sonra.

  • Müzmin öğrencilik halimden nihayet kurtuldum. 7 sene uğraştım. Geçici mezuniyet belgesini almak için bile 3-4 kere gittim geldim. Sonunda ne mi verdiler a dostlar? Bildiğin civciv sarısı kağıda basılmış üstünde de "ana adı bu baba adı bu olan herif mezun olmuştur" yazan bir kağıt. 7 sene okudum ulan. totalde 24 sene civarı yaşamış bir insanım ben, 7 senesini bu sidik sarısı renkli kağıda mı harcadım. Adam gibi A4'e bassalardı bu kadar içime dert olmayacaktı yemin ediyorum.
  • İş dünyasının en dertli olayı kurumsal sırıtıştır. Öyle ince bir ayarı vardır ki bunun ne selam verdiğiniz kişi "aha bişey söyleyecek galba" diyerek durmalı ne de "belli belirsiz bir hareket sezdim sanki" gibi şüpheye düşmelidir. Detaya girmemiz gerekirse. Kafa yer ile yaklaşık 75 derecelik bir açı yapacak, göz göze gelindiği anda dişler gösterilmeden sırıtılarak kafa 20 derece öne eğilecek. Böyle okuyunca kolay geldi diyenleri bir de iş hayatına girdikten sonra görmek isterim. En beklenmedik anlarda verilmesi gerekendir zira kurumsal sırıtış. Hafife almamak gerek.
  • Bildiğiniz üzere (ya da belki bilmiyorsunuz işte nebileyim) Türkiye'nin en büyük gazetelerinden birinin olduğu binada çalışıyorum. Bir gün o gazetenin bulunduğu kata elimi kolumu sallayarak girip "baskıyı durdurun" diye bağırmamak için nasıl bir mücadele verdiğimiz tahmin edemezsin sempatik okur. Allah kimseyi doğuştan yumurcak yapması işte.
  • Geçen gün ofise doğru yürürken kendi kendime "ulan hayatımda da 100 gr heyecan olaydı iyidi" diye düşünürken baktım hazır yokuş aşağı ortam, saldım kendimi eğimin elverdiği yöne. Hızlandıkça hızlanıyorum, şahlandıkça şahlanıyorum, içim dışım adrenalin oluyor falan. Sonra bir anca birkaç ay önce ofisin önünde yağışlı zeminde kayıp asfaltı öptüğüm (tabi sonrasında kimse görmediği için tırt gibi sevinerek ayağa kalktığım) noktayı görünce durdum. Sonra da farkettim ki Facebook'a yazamayacağım ekstrem sporun zerre hayrı yok zaten. Ben oraya "Ekstrem yürüyüş" yazsam tefe koyup çalar beni bunca Facebook insanı.
  • Dikkat ettim Facebook'ta iade-i like diye bir durum var. Misal ben birinin paylaştığı bir şeyi beğendim ya, o da gün içerisinde benim paylaştığım bir şeyi paylaşma eğiliminde oluyor. Normalde hiç umursamayacağı bir şey olsa bile Türk örf ananelerini sosyal ortamda yaşatmak uğruna beğeniyor.
  • Bana ramazanın en büyük güzelliği ofisteki tuvaletlerin daha bir tenhalaşması oldu. Ha bir de kimse içmediği için sebillerdeki sular buz gibi. Bademcik şişirtecekti bana az kalsın yaz ortasında.
  • Geçen gün ofisteki masamın üzerinde "My name is not Victoria, but i have a secret too" yazan bir toka buldum, ufak bir şey. Nası gizemli bir olay var ya, aklım çıkacak resmen düşüne düşüne. Bir toka ile bu kadar düşünen insanın hayatı bildiğin tırttır diyorum bir yandan da kendi kendime, ama bir yandan da düşünmeden edemiyorum. Çok acayip şeyler bu şeyler.
  • Çevremdeki insanların bir çoğu (erkek olanlar) nişanlanmaya falan başladı. Ancak ortak noktaları da şudur ki nişanlıları psikolog. Ben de bunu farkedince "lan" dedim "benim niye aklıma gelmedi lan daha önce" dedim.
  • Yaz geldiğinden beri sağ tarafımda ne oluyor ne bitiyor bilmiyorum. 3 aydır vantilatöre bağımlı yaşadığım için robokopa dönüştü bünye yine haliyle. En son mayısın başlarında falan sağ tarafıma dönebilmiştim galba. Çok da bir şey yoktu zaten.
  • Son 10 sene içerisinde 2 kere tatile gittim. Ocaktan beri de düzenli olaraktan sabah 9 akşam 6 çalışıyorum. Tahmin edebilirsiniz ki tatile gitmek istiyorum. Gidemeyince de bari gidenleri görmeyeyim diyorum. Bu esnada da yakın zamanda başkasıyla evlenen eski sevgilimin, tahminen gideceği balayında indirim alabilmek için eşini dostunu mail listesine eklediği tatil fırsatları benzeri bir siteden düzenli olarak gelen mailleri anormal can sıkıyor. Gelen mail hem "bak şöyle güzel oteller var" derken bir yandan da "millet eşiyle sevgiliyle böyle tatiller yapıyo sen kaya gibi ofiste oturuyorsun" mesajı veriyor adeta bana.
  • Cep telefonuma polisten bile mail gelince hemen bir kımıl kımıl oluyorum. Hemen ellerimi falan kaldırıp kimliğimi uzatasım geliyor.
  • Bir arabanın direksiyonunun üzerinde ne kadar çok buton varsa o kadar iyidir o araba benim gözümde. Otomotiv sektörüne de bu kadar uzağım işte.
  • Son olarak da beni tanımayan 2-3 tane okurum vardır belki diyerekten Twitter adresimi vereyim. Gün içerisinde de işte böyle şakalı komikli şeyler okumak isterseniz followlarsınız. Yakın zamanda tekrar görüşebilmek ümidiyle efem, baaay.
  • http://twitter.com/#!/erdemyasar

Boşsal denemeler

31 Mart 2011 Perşembe

Selam sabah muhabbeti nedense çok samimiyetsiz geldiği için bu yazımda onları yapmadan direk konuya girmek istiyorum okur. Zaten karşıdan cevap alamayınca diyalog da olmuyordu. Blogunda monolog yapan biri olarak anılmak istemiyorum. Gelin görün ki girebileceğim bir konu da yok. Şimdi diyecek olursanız ki bu adam bunca zamandır yoktu, iş güç diyodu nası konu olmaz. Yok işte okur. Zorlama. Zaten diyaloğa girmeyen birinin üstüne gitmek tatsızlıkla sonuçlanır genelde. Neyliyim ki benim hayatım böyle içi boş şeylerle dolu olacak kadar boşmuş ki ben de yazacak bir şey bulamıyorum. Boşu boşuna da uğraşmaya gerek yok zaten. Zaten daha da bu boş bloga girmeye gerek yok gayrı. Dopdolu hayatlarınızda mutlu zamanlar geçirmeniz dileklerimle, esen kalın.

250 gelir şen gelir

27 Şubat 2011 Pazar

Ley ley lümü lümü ley diyerek başlığın devamını yazının ilk cümlesine taşıyan tırt yazar türünden bir örnek sunarak başladım tüm okurlarıma. Sevgili okurlar ben dalmışım gitmişim, 250 yazı olmuş blogumda bir kutlamalı şenlikli post yazmamışım bunla ilgili. Hatta bu da 251. postum olarak internetin tozlu hard disklerine kaydediliyor.

Ee daha daha nasılsınız sevgili okur? Beni soracak olursanız... Bu insanoğlunun iki yüzlülüğünün bir numaralı kanıtıdır bu arada bana göre. İlkokulda falan mektup yazmacalı ödevlerde her çocuğun yaptığı klişe. Mektrup dandik bir selamlamayla başlar, ikinci cümlede daha da dandikçe bir hal hatır sorulur. Sonrasında da "Beni soracak olursanız" diye başlıyıp kendi derdini tasasını anlatır ben merkezcil ikiyüzlü kişi. Mektubu da hal hatır sorayım diye değil kendi ahvalimden bahsedeyim diye yazdığı çıkar ortaya böyle. İlerleyen yaşlarda da yapılır bu durum da böyle mektupla faln amatörce değil. Ne mutlu ki insanlar bu konuda kendisini geliştiriyor ve karşısındakini tamamen umursamadan ve bundan rahatsızlık duymadan bir diyaloğun içerisinde bulunabiliyor. Gelin görün ki kendisinden böyle bahsederken karşısındakinin de kendisi gibi karşısındakini umursamayan biri olduğunu hesaba katamaz çoğu zaman. Yine de kendi çapında konuşmakta da bir beis görmez.

Yazılarıma burada son verirkene siz çok çılgınsal delisel insanlara selam eder, bloguma da pek vakit ayıramadığımdan ötürü özür dilerim. Ama ben az yazıyorum diye siz de çizginizden kaymaksızın aynen böyle devam edin. Olur da biriniz merak edip "niye yazmıyo la bu adam" diyecek olursa haftaiçi birgün vereceğim açık adrese gelirse kendisine bir çay ısmarlayıp uzun uzun anlatabilirim ama nedense blogsal ortamlara yazasım yok pek. Kurumsal kimliğinizin eksik olmadığı şen şakrak günler geçirmeniz dileğiyle.

Metin Üzerine Çalışmalar ya da Okuduğumuzu Anlayalım
1-) Yazar, yazıda kime sesleniyor?
2-) İkinci paragrafta asıl olarak anlatılmak istenen nedir?
3-) Yazar nasıl bir ruh hali içindedir?
4-) Bu soruların tamamen ironik bir amaçla yazıldığını ve cevap verilmemesi gerektiğinin farkında mısınız?
5-) Okuduğunuzu anladınız mı?

Şöyle böyle #44

30 Ocak 2011 Pazar

Yeni yılın en geç yazılan ilk blog yazısıyla karşınızdayımdır herhalde sevgili okur. Hem de bu sefer yalnız da değilim. Şu an karşınızda ben, öğrenci benliğim ve kurumsal kimliğim ile bulunuyorum.

  • Yeni yıla kafamda o trafik sıkıştığında satılan ışıklı noel baba takkesiyle girdim. Nasıl da üşengeçmişim ki onları hala bir yere kaldırmadım. Evimin balkonunun üstünde nazikçe duruyorlar hala.
  • Son 2 aydır çalışan bir insanım. Hatta 2 farklı işte. Bu yeni işim baya büyük kurumsal falan bir ortamda ama şimdi afişe olmayayım diye söyleyemiyorum. Kurumsal ortamlar da çok enteresan, herkesin suratında aynı pişkin ifadeli sırıtışmalar selamlaşmalar faln. Düşününce ilginç geliyor.
  • İlkokul 5. sınıftan sonra ilk defa bu ay servise bindim. Ne güzel şeymiş. Herkes sözlemiş gibi eş zamanlı uyumaya başlıyor falan. Şöfer de bu kadar fantastik olmasa daha rahat uyunur gerçi ama buna da razıyım diyelim.
  • Bu hafta da sözleşme imzaladım iş yerimle. La ne anlaşılmaz cümlelermiş onlar. Yarın öbürgün 4-5 abi elinde sopalarla gelip "arkadaşım dövmeye geldik sözleşmede yazıyodu" dese hayhay derim boyun eğerim. O derece bişey anlamadım yani sözleşmeden.
  • Bütün firmalardaki insan kaynakları ekibi aynı gibi geliyor. Hep aynı tipler hep aynı tavırlar falan.
  • Her sabah 1. köprüye giderken bir simitçi görüyorum. Ama organize simitçi. Meyve suyu falan da satıyor. Birinden duyduğum yoruma göre üniversite mezunuymuş, iş bulamayınca vermiş kendini otobana. Ben işini bu derece severek yapan birini daha görmedim bu arada. Hoplaya zıplaya gitmeler, abartılı hareketlerle simit uzatmalar falan. Çok acayip bir adammış.
  • Ofisteki kahve makinası da çok fonksiyonlu. Ama kullanamadım bir türlü. Kartımı uzatıyorum tepki vermiyo, kahve ver diyorum kısıtlı tepkiler veriyor. Karta bir şekilde para falan yükletmek lazım herhalde de çözemedim öyle teknolojik işleri. Kahvelere hasret kaldım iş yerinde.
  • Öğrencilik olayımda da son viraja yaklaşırken tez yazıyorum. Çok pis bir işmiş hakikaten. Şimdiye kadar tez yazarken cinnet geçiren kaç öğrenci varsa hepsinin acılarını bir bir paylaşıyorum.

Başlıksız

18 Aralık 2010 Cumartesi

Çok ihmal ettim dimi blogu? Sevgili okurlarımın karşısında boynum kıldan ince. Ne deseniz haklısınız. Gelin görün ki hayat o kadar enteresan ki ben şaşırmaktan hiçbir şey yazmayı akıl edemiyorum. Son durumumu şöyle özetleyeyim de anlayın. Bundan sonraki yaklaşık 30 yıl boyunca resmi tatil olmayan bir günde herhangi bir parkta boş boş oturamayacağım, ya da sağda solda aylak aylak gezemeyeceğim. Evet tahmin ettiğiniz üzere işe başladım. Öyle bir iş ki hem de cumartesi falan dinlemiyor. Gidip çalışılıyor acımadan. Ben de bu süreç içerisinde sadece herşey ne kadar saçma diye etrafa bakınıyorum. Bir gün sabah uyandığımda birşeyleri biraz düşüneyim dersem olmayacak çünkü hissediyorum. Düşününce hayatın saçmalığının içinde bir takım contextlerde birey kendine anlam kazandırmaya çalışınca mental olarak kaotik bir duruma geliyor çünkü sanırım. Ben ise düşünmeden bu hafta içinde uyandığım bir günde pencereden bakınca gri bir İstanbul sabahı görüp sevinirken son derece tabuta benzettiğim (hem şeklen hem metaforik olarak) asansöre binip sokağa çıktığım anda kafamda bir takım darbeler hissetmeye başlıyorum. Gri sabah az gelmiş olacak ki bir de dolu sürprizi hazırlamış İstanbul bana. Ne güzel şeymiş dolu da. Hiçbir sonuca varamayacağını bilmesine rağmen düşünmeye niyetlenen beynimin ebedi koruyucusu olmaya and içmiş olan kafatasıma patır kütür vurarak bu düşünceleri dolu darbelerinin seslerinin arkasına saklıyor. İstanbul'un hazırladığı bu neşeli sabah sürprizi ile ben de beremi takma gereği duymuyorum. Başlıksız hayat daha güzel çünkü. Başlık takınca insan başlığına uygun hareket edeceğim diye kendinden sapabiliyor. Hayat dediğin şey ise kafatasına doğa ana acizane saldırılarını yaparken bir başlığa deil kafatasına güvenmektir belki de. Dışarıdan gelecek darbeleri suni başlıklarla korumak değil. Dolu taneleri mütecaviz bir şekilde beynimin kıvrımları arasına sıkışmış olan düşüncelerimi derinlere ittirirken ben bir minibüs şoförü ile gözgöze gelme çabasındayım. İnsanın bineceği taşıtın kullanıcısını görmesi gerek çünkü. Gidilecek nokta hatta izlenecek yol bilinse bile taşıtın en önemli kişisiyle göz teması kurmaktır yolculuğun seyri hakkında bilgi sahibi edecek olan. Neden sonra hatırlamadığım ve sanırım rastgele seçtiğim bir minibüse biniyorum sonra. Hiçbir şey olmayan, hiç kimsenin olmadığı ve müzik dinleyerek hiçbir şey yapmadığım bir taşıtın içerisinde hiçbir şey yapmamak için hiçbir yere giderken camdan dışarı baktığımda hiçbir şey görmemeyi umarken olmayan dolu taneleri çarpıyor gözüme. Sonrasında ise yine aynı gri İstanbul sabahında mutsuz insanların yürüdüğü bir sokakta kafamda düşüncelerle iş yerine gidiyorum ben. Aynı hızda ve aynı doğrultuda gittiğim ve görmek ya da düşünmek istemediğim bir sokak dolusu saçmalıkla birlikte. Cebimde minibüs şoförlerinin, dolu tanelerinin ve düşüncelerin olmadığı bir dünyanın hayaliyle.

Görünmez işsizlik darladı beni

8 Kasım 2010 Pazartesi

Bu görünmez işsizlik tanımını daha önce duyduğumda çok üstünde durmamıştım. O zamanlar bir gün gelip de görünmez işsizlik durumuna yeni bir soluk getireceğimi bilemezdim tabi. Bu görünmez işsizlik mevzusunun yeni bir dalının temellerini atmak istiyorum şuan bu sanal ortamda. Şöyle ki: geçtiğimiz birkaç haftalık süreçte iş aradım. Her bilgisayarla haşır neşir olan insan gibi girdim internete baktım ilanlara yaptım başvurularımı. Görünmez işsizlikle olan tanışıklığım da böyle oldu. Bir tane işveren adayım da dönüp "yok kardeşim sağol istemiyoruz" bile demedi. South Park sessizliği oldu iş başvurularımın ardından adeta. Ben de şu bir dizi çıkarımı yaptım. İşim var mı? Hayır, demek ki işsizim. Başvurduğum işveren adayları ne yaptı? Ya beni görmedi ya da görmezden geldi. Demek ki bu içinde bulunduğum neymiş? Görünmez işsizlik. Bu durumda ben ne oluyorum? Görünmez işsiz.

Blog Widget by LinkWithin