Başlıksız

18 Aralık 2010 Cumartesi

Çok ihmal ettim dimi blogu? Sevgili okurlarımın karşısında boynum kıldan ince. Ne deseniz haklısınız. Gelin görün ki hayat o kadar enteresan ki ben şaşırmaktan hiçbir şey yazmayı akıl edemiyorum. Son durumumu şöyle özetleyeyim de anlayın. Bundan sonraki yaklaşık 30 yıl boyunca resmi tatil olmayan bir günde herhangi bir parkta boş boş oturamayacağım, ya da sağda solda aylak aylak gezemeyeceğim. Evet tahmin ettiğiniz üzere işe başladım. Öyle bir iş ki hem de cumartesi falan dinlemiyor. Gidip çalışılıyor acımadan. Ben de bu süreç içerisinde sadece herşey ne kadar saçma diye etrafa bakınıyorum. Bir gün sabah uyandığımda birşeyleri biraz düşüneyim dersem olmayacak çünkü hissediyorum. Düşününce hayatın saçmalığının içinde bir takım contextlerde birey kendine anlam kazandırmaya çalışınca mental olarak kaotik bir duruma geliyor çünkü sanırım. Ben ise düşünmeden bu hafta içinde uyandığım bir günde pencereden bakınca gri bir İstanbul sabahı görüp sevinirken son derece tabuta benzettiğim (hem şeklen hem metaforik olarak) asansöre binip sokağa çıktığım anda kafamda bir takım darbeler hissetmeye başlıyorum. Gri sabah az gelmiş olacak ki bir de dolu sürprizi hazırlamış İstanbul bana. Ne güzel şeymiş dolu da. Hiçbir sonuca varamayacağını bilmesine rağmen düşünmeye niyetlenen beynimin ebedi koruyucusu olmaya and içmiş olan kafatasıma patır kütür vurarak bu düşünceleri dolu darbelerinin seslerinin arkasına saklıyor. İstanbul'un hazırladığı bu neşeli sabah sürprizi ile ben de beremi takma gereği duymuyorum. Başlıksız hayat daha güzel çünkü. Başlık takınca insan başlığına uygun hareket edeceğim diye kendinden sapabiliyor. Hayat dediğin şey ise kafatasına doğa ana acizane saldırılarını yaparken bir başlığa deil kafatasına güvenmektir belki de. Dışarıdan gelecek darbeleri suni başlıklarla korumak değil. Dolu taneleri mütecaviz bir şekilde beynimin kıvrımları arasına sıkışmış olan düşüncelerimi derinlere ittirirken ben bir minibüs şoförü ile gözgöze gelme çabasındayım. İnsanın bineceği taşıtın kullanıcısını görmesi gerek çünkü. Gidilecek nokta hatta izlenecek yol bilinse bile taşıtın en önemli kişisiyle göz teması kurmaktır yolculuğun seyri hakkında bilgi sahibi edecek olan. Neden sonra hatırlamadığım ve sanırım rastgele seçtiğim bir minibüse biniyorum sonra. Hiçbir şey olmayan, hiç kimsenin olmadığı ve müzik dinleyerek hiçbir şey yapmadığım bir taşıtın içerisinde hiçbir şey yapmamak için hiçbir yere giderken camdan dışarı baktığımda hiçbir şey görmemeyi umarken olmayan dolu taneleri çarpıyor gözüme. Sonrasında ise yine aynı gri İstanbul sabahında mutsuz insanların yürüdüğü bir sokakta kafamda düşüncelerle iş yerine gidiyorum ben. Aynı hızda ve aynı doğrultuda gittiğim ve görmek ya da düşünmek istemediğim bir sokak dolusu saçmalıkla birlikte. Cebimde minibüs şoförlerinin, dolu tanelerinin ve düşüncelerin olmadığı bir dünyanın hayaliyle.

Görünmez işsizlik darladı beni

8 Kasım 2010 Pazartesi

Bu görünmez işsizlik tanımını daha önce duyduğumda çok üstünde durmamıştım. O zamanlar bir gün gelip de görünmez işsizlik durumuna yeni bir soluk getireceğimi bilemezdim tabi. Bu görünmez işsizlik mevzusunun yeni bir dalının temellerini atmak istiyorum şuan bu sanal ortamda. Şöyle ki: geçtiğimiz birkaç haftalık süreçte iş aradım. Her bilgisayarla haşır neşir olan insan gibi girdim internete baktım ilanlara yaptım başvurularımı. Görünmez işsizlikle olan tanışıklığım da böyle oldu. Bir tane işveren adayım da dönüp "yok kardeşim sağol istemiyoruz" bile demedi. South Park sessizliği oldu iş başvurularımın ardından adeta. Ben de şu bir dizi çıkarımı yaptım. İşim var mı? Hayır, demek ki işsizim. Başvurduğum işveren adayları ne yaptı? Ya beni görmedi ya da görmezden geldi. Demek ki bu içinde bulunduğum neymiş? Görünmez işsizlik. Bu durumda ben ne oluyorum? Görünmez işsiz.

Şöyle böyle #43

30 Ekim 2010 Cumartesi

Bu sefer de zırt diye tesbitsel maddelerime geçmek istiyorum. Zırt.

  • Bu geçtiğimiz aylarda İsrail'in Filistin'e yaptığı terbiyesizlik sonrasında duyarlı vatandaşlarımız da hemen profillerine falan Filistin bayrağı koymuştu hatırlarsınız. Şimdi iyi güzel de ben ne zaman bu insanlarla sanal bir ortamda konuşsam sanki bütün Filistin halkına sesleniyomuş gibi hissediyorum. Hemen bir dik oturup ulusa sesleniş moduna geçiyorum.
  • 80'li yılların ortalarında doğmuş kime sorsanız "2010 yılında ne olur" diye hepsi benim gibi "uçan arabalar falan işte" der sanırım. Peki şuan ne düşünüyorum derseniz 20 yıldır şu televizyondaki canlı yayın esnasındaki diyalogtaki gecikmelere ve gereksiz sessizliklere bile çözüm bulunamamış olmasından dolayı 2010 yılı da aynen 1993 ya da nebileyim 1991 gibi bir yılmış derim.
  • Türkiye'de iş aramanın bütün sevimsizliğini yaşıyorum şuan. Kariyer.net diye bir site var oraya bile üye oldum. Ancak sevimsiz durum şudur ki başvurduğum birkaç yerin hiçbiri "yok istemeyiz" bile demediler. Adamlar görmezden geliyo sanırım herkesi. Bakınca kriterlerine falan da uygunum baya. Anlayamadım bir türlü amaçlarını.
  • Bu arada bir insanın kendisinden 6 yaş küçükler üniversiteye girmeye başlamışsa ve henüz bir işte çalışmıyorsa sosyal hayatı da sıfıra yakın oluyor sanırım.
  • Akıllı tv diye birşey varmış. İlk defa geçen hafta izledim ben bu kanalı. Bütün gün bisikletten düşenler ya da araba kazaları falan veriyo. Hayatımda ilk defa birşey izlerken bu kadar az şey düşünerek bu kadar çok sırıttım sanırım.
  • Hayatımdaki en başarılı şarkı sözü yanlış anlama "smoke on the water, fire in disguise" olmalıdır sanırım.
  • "Johnny got his gun" diye bir film var. Olur da bir gün neşeniz mutluluğunuz çok gelirse oturun izleyin. Bütün hayat neşenizi, yaşam enerjinizi emer gider bu film. Ama güzel de filmdir yani hakkını yemeyeyim.

Starbucks ve kriptoloji

26 Ekim 2010 Salı

Efendim şimdi öncelikle bilmeyenler için kısaca kriptolojiden bahsedip sonra da bir derdimi, bir meramımı anlatmak istiyorum sizlere. Kriptoloji denen şey yazılan bir mesajın şifrelenmesi ve diğer şahıslar anlamadan bir yere iletilmesi olayıdır. Türlü çeşitli matematiksel olaylar yordamıyla yapılır bu şifreleme işlemi. "Peki o zaman Starbucks'la alakası nedir sevgili süper ötesi blog yazarı parahuman?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim sevgili okur. Anlatayım da dinleyin.

Özel bir üniversitede okuyan bir yağız delikanlı olmam hasebiyle etrafımdaki insanlar her zaman sempatik pilavcılara gitmeyi tercih etmeyebiliyor. Haliyle ben de ortamın uygunsuz insanı olmamak için bu Starbucks denen kahveciye gitmek zorunda kaldım nice kereler. Starbucks dediğimiz de bildiğin kahve yapıp satan, oturup kahveni içtiğin (ya da eline alıp sokakta içe içe gezdiğin) bir kahve yapıp satan yerdir en nihayetinde. "Peki o zaman senin gibi şahanelikte sınır tanımayan bir insanın bir kahve yapıp satan yer ile ne alıp veremediğin olabilir sayın parahuman?" dediğinizi de duyar gibiyim. Onu da anlatayım.

Ben bu Starbucks'ta sipariş veremiyorum arkadaş. O kasanın önüne gelince kitlenip kalıyorum. Arkadaki tahtaya bakıyorum neler var falan diye, hiçbiri hakkında en ufak bir fikrim bile olmayan bir takım yabancı kelimeler yazmakta. Bir yandan da "şurdan rastgele birşey söylesem mi acaba, ulan ya mal gibi gidip bardağı 20 lira falan olan birşey söylersem" diye gerim gerim gerilmekteyim. O esnada hep biri gelir ben aval aval bakarken A4 kağıda yazsan 4 satır sürecek birşey söylüyor. Kasadaki abla da (genelde abla olur) hayhay deyip başlıyor birşeyler yapmaya falan. Ben de tahtaya bakıyomuş gibi yaparken "ulan bu herif bir orhun yazıtları kadar şey söyledi, bunun hepsi bir kahveye mi tekabül ediyor" diye düşünüyorum.

İşte böyle bir gün yine tahtaya bakarken 2 gün sonra sınavına gireceğim bir konu olan Java kelimesini tahtada görünce gayri ihtiyarı "java" dedim. Demişim daha doğrusu pek hatırlamıyorum. Kasiyer ablada da nasıl bir işitme yetisi varsa "Java Chip mi?" dedi. Ben de ne olduğunu anlamadığım için adeta bir angut gibi sırıtarak "evet" dedim. Söyledikten 2 saniye sonra o anda bir sipariş vermiş olduğumu anladım. "Hangi boy olsun?" sorusuna da "burdan sonra dönmek olmaz artık" diyerekten "büyük boy" dememle Starbucks'ın o şifreli iletişim dünyasından bir tesadüf eseri sıyrılmış ve siparişimi vermiş oldum. Yalnız nasıl gerildiysem o anda kasiyer abla bardağın üstüne yazıp sonrasında seslenebilmek üzere adımı sorduğunda bile 2-3 saniye duraksadım. "Peki o zaman artık sıkıntın kalmadı dimi ulular ulusu parahuman?" der dediğinizi duyar gibiyim. Dur onu da anlatayım da neşenize neşe katayım.

Bu Java Chip denen tüketim mamülü içi buzlu falan bir içecek. Baya soğuk yani. Ama ben bu sipariş verme stresine gelemediğim için yaz kış demeden ne zaman zorla Starbucks'a götürülsem bu Java Chip'i içtim, kah boğazım ağrıdı kah öksürdüm kah yadırgandım. Birkaç senedir gitmediğim için mutlu olduğum Starbucks'ın bugünki neşeli muhabbet ortamında lafı açılınca gerildim ben de haliyle. Hemen bir çakal gibi ortamdaki insanların favori içeceklerini sordum hafızama kazıyayım da gidince ben de 5 sayfalık sipariş verebileyim diye. Gelin görün ki şuan aklımda yine sadece Java Chip var.

Şöyle böyle #42

17 Ekim 2010 Pazar

Geçen sefer lafı uzatmadan direk yazıya geçmem çok hoşuma gitmiş olacak ki bu sefer de aynısını yapıyorum. Aha da yaptım bile.

  • Radyolarda falan şey modaydı bir vakitler, "bu şarkı da tüm sevenlere gelsin" denirdi. Ne zaman "a song for the lovers"ı duysam işte aklıma bu anons gelir.
  • Yeni meskenimden okula taksiyle de minibüsle de gitsem aynı meblağ tutuyor yaklaşık. Ben de konforuma bir zeval gelmesin diye taksiyi tercih ediyorum. Eskiden taksimetre denen alet vitesin oralarda olurdu bakınca görülürdü. Teknolojiyle birlikte taksimetreler de yer değiştirmiş. Şimdi tavşan gibi etrafa ürkek bakışlar atıyorum taksinin içinde taksimetreyi bulayım diye.
  • Eti cin diye bir tüketim maddesi var. Yemek için. Şimdi onun ufak versiyonunu çıkartmışlar. Reklamına denk geldiğimde de "tek lokmalık ufak eti cin" gibi birşeyler söyledi. Bir an aklıma benim o eski büyük eti cinleri de tek lokmada yiyişim gelince "lan" dedim "acaba ben mi yanlış yaptım bunca sene" dedim.
  • Bakkallara televizyon koyulmasının sebebi para üstü beklerken ki o tırt duyguyu bertaraf etmek için midir acaba?
  • Geçtiğimiz günlerde deprem oldu İstanbul çevresinde malum. Deprem olunca Facebook bir enteresan oldu. Herkes "vay efendim deprem oldu çok korktuk" tandanslı yazılar yazmaya başladı. Korkmuş insan Facebook'a ileti mi yazar lan? Çok saçma değil mi?
  • Sonunda HD televizyon satan firmalardan birisi uyarıma dikkat çekti ve "biz burda size çok süper kaliteli HD görüntüler şeediyoruz ama siz eski dandik televizyonunuzdan baktığınız için birşey anlamıyorsunuz" demeyi akıl etti.
  • Başka bir televizyon şeysi de reklamında ekranı ikiye bölmüş bir tarafın renklerini kısmış bir tarafın renklerini açmış gösteriyo. Nasıl bir çakallıktır bu? Hem ayrıca renkli hali de bu televizyondan görünüyormuş diyip televizyon falan almaz ki millet.

Şöyle böyle #41

10 Ekim 2010 Pazar

Belki de ilk defa lafı hiç uzatmadan zart diye maddelere geçiyorum bu sefer.

  • Siz de çocukken 2010 yılında uçan araba falan olucak zannetmiyor muydunuz?
  • Geçen gün birisi geldi "abi ekim ayı geldi" dedi bana. Ben de bunun üzerine oturup bir müddet düşündüm ekim ayı bana ne çağrıştırıyor diye. Dandirikten üniversitem akademik takvim olayını kısaltabildiğince kısatlmaya çalıştığı (sanırım daha az maaş ödemek için) için diğer okullara nazaran biraz daha geç açılıyor. Özet olarak ekim ayı da artık bana okul açılması ve kayıt olayları gibi sevimsiz şeyler çağrıştırıyor artık son 7 yıldır. (Evet veteran öğrenciyim)
  • Eğer ki bir evin en değerli eşyası kanepe ise o evde yaşayan insanlar tembel demektir.
  • Yakın bir vakte kadar lise sonda bana hediye alınmış olan bir cep telefonunu kullanıyordum. Yaklaşık 7 sene falan yani. (öğrenim hayatımla ilgili herşeyi de afişe ettim ama hadi hayırlısı (ulan şüphelendim şimdi yarın öbürgün bir kariyer falan yapayım diye işe girecek olursam bu blogu okursa adamlar mülakatta çıngar çıkarmasınlar sakın)) Eski telefonun binbir saçmalığından sonra aile bireyleri bu ızdırabıma kayıtsız kalamayıp doğumgünümü vesile ederekten yeni bir telefon hediye vermeyi uygun gördüler. Ama telefon da benden zeki arkadaş. Söz geçiremiyorum. "Bana şunu bunu yap" diyorum bir dizi tuşa basmak suretiyle "şuna buna başlamakla ilgili bilgi almacalı eğitimsel şeyimize bi gel sen hele" diyor. Bacak kadar telefon ders vermeye çalışıyor bana. Telefonun telefonluğundan haberi yok.
  • Telefon diyince de aklıma geldi. Ben anlamıyorum galiba bu işten. Benim için telefonla arayıp konuşmak bir de mesaj atmak yeterli hadiselerdi. Sonradan bu kriterlerime "etrafta kaza falan olacağını sezersem videoya çekeyim de Show ana habere satarım" düşüncesi ile video ve resim çekme olayı eklendi. Sonra da "madem okula bedava internet var bir de ona girebileyim bari" eklendi. Toplam 4 beklentim var yani bir telefondan. Gelin görün ki internetten telefonların özelliklerine bakıyorum, benim cv'nin 3-4 katı özelliği var telefonların. İnsanlar ne bekliyor ki telefonlardan böyle?
  • Bak telefon diyince hatıralar canlandı. İlk telefonum çok kıymetliydi benim için. Yılan oyunu vardı mesela. Ama yılana değil kütüğe benziyordu yılan. Hatta işi gücü bırakıp modifiye ettiydim bir de telefonu. Alien temalı bir kapak aldıydım. Yetmezmiş gibi bir de tuş takımını sprey boya ile siyaha boyadıydım. Bir de nasıl olduğunu hala çözemediğim titreşimli bir pil aldıydım. Titremesinden çok ses çıkarıyordu ama olsun yine de güzeldi. Burdan o güzelim telefonu lisede beden dersi esnasında soyunma odasındaki çantamdan çalan hırsıza sesleniyorum: getir ulan o telefonu şuanki piyasa değeri 10 lira bile değildir ben 20 teklif ediyorum sana.
  • Bu arada şunu söylemeden edemeyeceğim, bu yeni telefon beni sabah uyandırsın diye alarm kuruyorum. Ancak öyle bir alarmı var ki uyanık insanı uyutuyor arkadaş.
  • Çanakkale'de geyikli diye bir belde var. Nasıl olmuş da bu isim konulmuş diye düşünürüm hep. Türkiye öyle çok geyikli bir yer değil. Olsa bile sanmam ki Çanakkale'nin iklimi geyik yaşamasına elverişli bir yer olsun.
  • Kayıt işleri için okulda elimle kağıt kürekle koştururken gördüm ki 1. sınıflar hala grup halinde geziyorlar. Bütün 1. sınıfların okula gelmeden önce adeta sözlemiş gibi böyle davranmalarının sosyolojik ya da psikolojik açılımını yapabilecek olan şanslı kişiye bir adet çorap armağan etmek istiyorum.
  • Entellektüel bir ortamda birileriyle konuşurken ciddiye alınmak istiyorsanız herkesten önce herhangi bir cümlenizin içinde "içselleştirmek" fiilin kullanın, ortamın şahı olursunuz bir anda.
  • "Havalar soğuyacak" dediler, sevincimden gerdan kırdım. Ama bu kadar ayarsız bir soğuma da beklemiyordum. Baya baya kar yağacak falan dedi birileri. Ve tabi yine son 10 yıldır olduğu gibi "son 1000 yılın en soğuk kışı bekleniyor" haberleri de yapıldı.

Demokles'in kılıcı ve şekilcilik

8 Ekim 2010 Cuma

Zamanın ötesinde bir karakter olan mutsuz süper kahraman Tosmanadam'ın yolu milattan öncesinin antik Yunanistan'dan da geçmiş. Zaman haricindeki 3 boyuttan da istediği zaman muaf olabilen Tosmanadam "bu dönemin kralları ne yer ne içer" diye düşünerek dönemin kralı olan Dionysios'un mekanına düşer.

Dionysios'un çok yakın bir ahbabı olan Demokles de ortamda yağcılıktan güzel örnekler sunmaktadır. Tosmanadam da bu Demokles karaktersizinin "Ya Dionysios abi sen süper kralsın ya, senin gibi kral bi kral daha görmedim abi ben bu antik Yunan'da" tandanslı tümceleri sonrasında Kral da dayanamaz:
-Demokles senin derdin ne koçum?
-Ya Dionysios abi biz senin gibi kral değiliz tabi, bizim dertlerimiz var.
-Kralların derdi olmaz mı sanıyosun oğlum?
-Hiç olur mu abi kocaman kralsın işte. Höt dedin mi oluyo herşey.
-Ha öyle mi? Gel ulan buraya.
diyerek Demokles'i alır kendi tahtına oturtur ve "Al ulan kral yaptım seni" der. Demokles de hemen abartılı hareketlerle tahta yayılıp "keh keh" diyerek etrafı süzmeye başlar. Birkaç saat sonrasında tahta bir beden küçük gelen Demokles kafasını yaslayacak yer bulamayan ve her uyuklayan insan gibi boyun eklemlerinin kontrolünü yitirir ve kafası hızlıca arkaya savrulur. O esnada tepesinde bir kıla bağlı olarak duran devasa kılıcı görür. Sonrasında da bu saçma olayı mitolojik bir hikayeye çevirecek bir şekilde hemen durumu anlar ve Dionysios'a gidip "anladım ki krallık çok riskli birşeymiş, hiç öyle süper neşeli birşey değilmiş" diyerek ana konuyu anladığını belirtir.

Bu olayları asasının ucuyla kuma şekiller çizerek ve "ulan sarayda kum niye var ki? kedi mi besliyorlar acaba?" düşünerek izleyen Tosmanadam dayanamaz ve eliyle Dionysios'a gel eder. Tarihin en büyük kıssadan hisseli hikayesinde başrollerden birini oynamış bir kral olmanın verdiği gazla Dionysios da hiddetlenerek Tosmanadam'ın karşısına gelir.
-Sen kim oluyosun da krala öyle el ediyosun asalı kıllı enteresan adam?
-Bu mu evladım senin krallığın?
-Niye lan nesi var kocaman şahane krallık işte daha ne olsun?
-Ölye krallık değil, senin yapacağın krallık bu kadar mı?
-Niye nesi var?
-Sen şimdi aldın Demokles'i oturttun oraya, çok büyük ders verdin öyle mi?
-Öyle tabi, olur da bundan 2300 yıl sonra televizyon internet falan icat olursa orda dolaşır bu hikaye. Televizyonlardan pek ümitli değilim de internette kesin yazar birileri.
-Lan sen ne dandik bir kralmışsın da "yarın öbürgün biri bana böyle derse" diye önceden hesap yapıp tahtının üstüne kılla kılıç astırmışsın önceden? Allah bilir gidip para da vermişsindir Demokles'e "gel böyle böyle de" diye.
-Yani şimdi kılıcı astırmış olabilirim önceden tabi de...
-Ayrıca sen bütün gün orda oturduğuna göre ya kafanın üstüne kılla kılıç asacak kadar malsın ya da o kıl diye yutturduğun sağlam birşeydir, sen de küçük hesaplar peşinde koşup binbir katakulliyle insanlara ders verme hatta ve hatta böyle yalan bir hikayeyle tarihe geçme çabasındasın.
-Ohoo ben istesem tarihe geçmekle kalmam yazarım tarihi.
-Var mı bugüne kadar kazandığın büyük bir savaş?
-Yok
-Yaptığın büyük bir icat falan var mı?
-Yok
-Olmaz olsun senin gibi kral.
-Olmaz olsun diyosun da bak yerimde birgün oturamadı adam işte.
-Saf mısın evladım sen? Ya Demokles deseydi "ben bu krallık işini çok sevdim kılıç falan da umrumda değil" diye, o zaman bir saçma ders verme uğruna koskoca tahtı mı bırakıcaktın karaktersiz herif.

Bu zamandan ve mekandan kopuk gezen süper kahraman karşısında acizliğini anlayan Kral Dionysios gerek yaptığı mallığı anladığı için gerek de vereceği cevabı olmadığı için sessizce boynunu büker ve babasından azar işiten bir ergen gibi halının desenlerini incelemeye başlar. Tosmanadam ise sessizce arkasını döner ve asasını yere vurarak ilerlemeye başlar. O esnada Tosmanadam'ın gittiğini gören Dionysios da kafasını kaldırırken Tosmanadam'ın aniden arkasını dönmesi ile hızlıca kafasını öne eğer. Bunu farkeden Tosmanadam "ya sabır" dermişcesine kafasını sola yatırdıktan sonra:
-Bir de şu kum çok dikkatimi çekti. Ne işi var lan sarayın ortasında kumun.
-Şimdi o şöyle oluyor ben yüzmeyi ve plaj ortamını çok seviyorum.
-Ee?
-Ama küçükken öğrenememişim yüzmeyi şimdi de inceden tırsıyorum, buraların vatozu denizanası falan zehirlidir hep.
-Ee?
-Ama plaja gidince de insanlar "vay efendim kralımız neden yüzmüyor acaba?" diye de merak eder.
-Ee?
-İşte o yüzden ben de böyle sarayda bir plaj ortamı yaratayım dedim.
-Püh lan senin gibi krala.
dedikten sonra sessizce sarayın kapısından çıkarak uzaklaşır, ve gözden kaybolur.

Şöyle böyle #40

15 Eylül 2010 Çarşamba

Göz açıp kapayıncaya kadar gelmişiz 40 numaralı şöyle böyle yazısına. Aslında hiç de göz açıp kapayıncaya kadar falan değil bence. Kaç zamandır yazıyorum işte baya baya. Parmaklarıma kramplar girdi klavye başında size güzel yazılar sunayım diye sevgili okurlar. Bir müddet daha abartırsam inanmayacağınızı düşünerek hemen ilk madde ile başlıyorum sevgili okur.

  • Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmem ama yaz mevsimi sonlarına doğru MSN'deki kişi sayısında patlama oluyor. Tatilden dönmenin verdiği teknoloji açlığı ile demek ki insanlar veriyor kendini sanal ortamlara.
  • Yıllar yılı böceklerden çekmiş birisi olarak çözüm çok yakınımdaymış. 90'lı yılların sonunda popüler olmuş ayaklı lambalar vardı, acımasızca bir ışık saçan. Halojen lambalı. Gözlemlediğim kadarıyla ilk temas anında böceği simsiyah edip atıyor bir köşeye. Böcekler de ışığa gittiği için bana da bu neşeli çekişmeyi izlemek kalıyor.
  • Wii diye bir oyun aleti var, televizyona falan takılan. Yanlız şöyle bir durum var ki, elinize bir zımbırtı alıp onu sallıyorsunuz, ekrandaki herifçik de ona göre elini kolunu falan sallıyor. Siz siz olun bu Wii'yi çok ciddiye almayın canlar. Bir anda evin ortasında hoplaya zıplaya tepişen, elini kolunu sallayan 2 tane adam oluyo bir anda. Sakin sakin oturduğunuz yerden oynayın.
  • Okulda yıllar yılı gidip okey batak oynadığım adamların 5-6 sayfa CV'si olması çok enteresan. Bakınca birşey de yazmıyor aslında "üniversite boyunca profesyonel ödev yapıcılığı ve hocalara saygı gösterisinde bulunuculuğu" gibi saçma saçma şeyler ama ilk bakışta "lan bu adam bu kadar şeyi nasıl yapmış" dedirtiyor insana.
  • Yemeksepeti sağolsun Pavlov'un köpeği oldum adeta. Ne zaman dışardan bir scooter sesi gelse ağzım falan sulanmaya başlıyor.
  • Bir insan kıyafet alışverişinden tırsar mı? Ben tırsıyorum işte. Çok büyük bi eziyet yahu, dükkana gidilecek, modellere falan bakılaca, üste denenecek. Kış mevsiminin gelmesinden de mütevellit geleneksellemiş 4 yılda bir yaptığım kıyafet alışverişine girecek olmak şimdiden ürkütüyor beni. Bir dükkanda kazaklarla polarların arasına yığılmış kalmış bi şekilde görüyorum kendimi şimdiden. Düşünmesi bile kabir azabı gibi adeta.
  • İlkokuldaki elimize kramplar girmesini sağlayan güzel yazı dersi şimdiye kadar işine yaramış birisi var mı acaba?
  • İlkokul diyince de bir de yerli malı haftası geliyor aklıma. Hiçbişey anlamamıştım ben ondan. Her zaman yediğimiz elmayı muzu daha bir kıymetli gibi okula getirip yiyorduk o haftada galba. Ben ise millete şaka yapmakla meşguldum "naber len yerli malı" gibisinden.
  • Moment of truth diye bi program var Amerikan televizyonlarında. Birini yalan makinasına oturtup sorular soruyolar, sonra eşinin dostunun önünde bi daha soruyolar, doğru cevap verince para kazanıyo. Bu yarışmayı Türkiye'de de denediler nasıl tutmadı anlamadım. Sunucusu da Reha Muhtar'dı hatta.

Üniversiteye yeni başlayacaklara tavsiyeler

6 Eylül 2010 Pazartesi

Yine yepyeni cin fikirli bir yazı dizisiyle karşındayım sevgili okur. Aynı zamanda dev bir hizmetle üniversiteye yeni başlayanlara adeta bir kullanım kılavuzu niteliğindeki bu yazıyla büyük kolaylık sağlamayı planlıyorum. Bu yazıyı da benim gibi bir veteran öğrenci yazmasın da kim yazsın diye içimden geçirmedim desem yalan olur.

  • Öğrencilik sürecinin en sosyal, neşeli ve rahat süreci olan üniversitede en dikkat edilmesi gereken hususlardan biri bir yandan da okul okunduğunun farkına varılmasıdır. Bunun en kolay yolu da hocalarla arayı iyi tutmaktır. Ancak bu sürecin en önemli adımı yalakalıkla, hocalarla arayı iyi tutmanın arasındaki o ince çizginin farkına varılıp yalakalığa kaymamaktır.
  • Üniversite başka bir şehirdeyse hayatı kolaylaştıracak birkaç önemli noktadan biri olabildiğinde çabuk eve çıkılıp yurt olayından kurtulmaktır. Bu noktada da seçilen arkadaşlar önemli olduğu için kısa sürede sosyalleşebilmek gerekir. Bunun dışında diğer önemli noktalar bulaşık yıkamaya kolay bir çözüm bulmak ve etrafta yemek yenilebilecek ucuz ve sağlıklı (öğrenci standartlarına göre) yerler bulabilmektir. Bu yemek yenebilecek ucuz yerler bulma kısmı sosyal haftasonu etkinliklerine katılırken cepte yeterli para kalmasını sağladığı için büyük öneme sahiptir.
  • Okula yeni girenler için gözlem yapmak kritik öneme sahiptir. Okul içindeki insanların yürüyüş güzergahları (genelde geç kalınan derslerde en kısa sürede derse ulaşmaya yardımcı olur), oturulabilecek yerler, hangi grupların neler yaptığı, kampüsün neresinde ne olduğu gibi hususlarda bilgi edinmeyi sağlar.
  • Öğrencilik hayatını kolaylaştırabilecek en önemli insanlar üst dönemlerde bulunabilir. Eski ödevlerin elde edilmesi ve olası sınav sorusu konusunda bilgi sahibi olan bu insanlara en kolay ulaşım şekli girilen bir dersi alttan alan bir üst dönem görülmesiyle olur. Ancak bölüme göre bu durum da risk taşıyabilir.
  • Üniversitelerin öğrenciyi öğrenciye kırdırmak adına icat ettiği en büyük sistem olan çan eğrisi, öğrencilerin birbirlerine şüpheyle yaklaşmalarına sebep olur. Bilmeyenler için bahsetmek gerekirse çan eğrisi (genellikle mühendislik derslerinde olur) sınıftaki öğrencilerin en düşük not alan belli bir yüzdelik kısmın kalmasını sağlayan sistemdir. Bu yüzden diğer öğrenciler de bazen bir potansiyel düşman olabilir. Bunun çözümü de 5-6 kişiden kalabalık olmayan bir arkadaş grubu içerisinde ders olaylarını halletmek ve daha ziyade iş bölüşümlü kopya çekmektir.
  • Çan eğrisindeki öğrencilerin birbirine olan bu sevimsiz yaklaşımında dikkat edilmesi gereken tek bir önemli husus vardır. Sınavlardan sonra "hiçbirşey yapamadım kesin 0 alıyorum" dedikten sonra iyi bir not almak sınıfın en antipatik insanı yapacağı için sizi bu sözden öldüresiye kaçmak lazım. Sınav çok kötü geçmiş olsa bile "ya yaptım bişeyler de bu hoca not vermez kesin" gibi nispeten yuvarlak cümlelere başvurmak, bu hoca öğrenci çatışmasındaki tarafınızın öğrencilerden yana olduğunu hissettirecektir sınıfdaşlarınıza.
  • Bu çan eğrisi konusu olsa da olmasa da üniversitede sınıfdaşlarla yapılan sosyalleşme belirli çizgilerle sınırlanmıştır. Zaten süreyle olacak gruplaşmalar olacağı için sosyalleşmek adına okulun diğer nimetlerine sarılmak gerekebilir. Bu konuda da okulun gruplarına göz gezdirmeye gelir sıra. Hobiler doğrultusunda bir grup seçilip (tercihen hobidaş bir arkadaşla (çünkü tek gitmek sıkıcı ve muhabbete girmekte zorlayıcı bir faktör olabiliyor bazen)) ilk toplantısına katılmak gerekir. İlk gidilen toplantının önemli noktası da heyecanlı idealist genç imajı çizip her şeye atlamaktansa biraz daha pasif kalıp gözlem yapmaktır.
  • Okul çevresindeki cafe gibi güzel mekanları bilmek her zaman için olumlu sonuçlar doğurur. Bu konuda da okulun eskilerinden tavsiye alınabilir.
  • Geniş çevre okul hayatını kolaylaştırır. Ancak herkesle abartılı samimiyete gerek yok. Staj yeri sorabilecek kadar samimi olduğunuz bir grup olsun, kopya isteyebileceğiniz samimiyette bir grup olsun, bir de sadece selamlaşacağınız samimiyette bir grup olsun yeter. İhtiyaçlara göre bu gruplar çoğaltılabilir.
  • Üniversitenin hobilerinizle ilgili birşeyler yapabileceğiniz son fırsat olduğu ihtimalini göz ardı etmeden bunların üzerine yoğunlaşın. Okul bittikten sonra ne olduğunu anlamadan bir süre "yaylalar yaylalar" diye koştuktan sonra sabah 9 akşam 6 çalışmaya başlayan birçok insan bu konuda güzel birer örnek teşkil ediyorlar.
  • Genellikle üniversite gençlerin hayatta ne yapmak istediğine karar verdikleri yer olduğu için yatay dikey çapraz her türlü geçişi yapmaktan çekinmeyin. İstemediğiniz birşeyi yapmak için çabalamak, 1 sene kaybetmiş olmaktan çok daha kötü bir durumdur.
  • Bilmediğiniz durumlarda (projeler ya da staj olayları gibi) grupla birlikte hareket edin. Staj gibi sevimsiz olayların bürokratik işlerini herkesle aynı anda halletmek her zaman faydalı olmuştur. Bazı şeyler eksik ya da yanlış olsa bile kalabalığın içinde kaynar gider.
  • "Şimdi uyuyayım sabah erken kalkar çalışırım" yalanına inandırmayın kendinizi. Son gece oturun paşalar gibi çalışın sabah da finale girin.
  • Okulların genellikle 14 haftalık 2 dönemden oluştuğu ve vizelerin 7. finallerin 14. haftaya tekabül ettiği düşünülürse 6. ve 13. haftalar dışında ders çalışmayın. Hocalar ders saatlerini doldurabilmek adına sınavda sormayacakları şeyleri anlatmayı severler. Buna hazırlıklı olmak lazım. Ayrıca zaten 3 haftadan önce çalışılmış şeyler genellikle unutulur.
  • Derslere gidin ama derse gitmek için hayatınızdan birşeyleri eksiltmeyin. Derse gidince de "madem geldik bari dinleyelim" diyip dinliyor insan bir şekilde. Yeter ki "nan derse geldik de acaba girmeyip bilmemkimlerle bilmemnereye gitsem ne pis eğleniyor olacaktım" diye düşünüyorsanız o dersten de pek birşey anlaşılmaz zaten.
  • Ders notu isteyecek insanları sene başında gözünüze kestirin ve iyi bir iletişim içinde olun.
  • Gireceğiniz sınavda kitap defter kapalı olsa bile son ana kadar elinizden düşürmeyin bu hayat kurtarıcı kağıtları.
  • Kopya çekin ama kopyayla yakalanmayın. Bunun için en güzel yöntemlerden birisi (özellikle mühendislik dersleri için) hafızası olan hesap makinasıdır. Okula girerken 100 tl verip alacağınız bir hesap makinası size birçok dersi geçirecektir.
  • Akademisyen olmayı düşünmüyorsanız mümkün olduğunda okul dışında hocalarla görüşmemeye çalışın.
  • Olur da hocalardan iyi bildiğiniz birşeyler varsa hiç çaktırmayın. Tez gıcık olurlar, gıcık oldular mı acımazlar.
  • Karşı cinse tepkisiz durmayın ama aşık da olmayın. Neler olacağı belli olmayabiliyor.
  • Finallere girmeden önce ortalama hesaplıyıp hangi nota ihtiyacınız olduğunu belirleyin. Önemli bir durumunuz varsa bu konuda hocayla konuşmaktan çekinmeyin. Ancak eğer öğrencilerin 9/10'u "sakın konuşma o hocayla" diyorsa bulaşmayın. Konuşacaksanız da final günü konuşmayın sinirli olurlar. Sonraki gün konuşun.
  • Okula girince verilen yönetmeliğe göz gezdirmekte fayda var.
  • Tek ders sınavına o kadar da güvenmeyin. Fırsatınız varken alın bütün alttan olan derslerinizi.
  • Özel bir okuldaysanız sizden para koparmak için birçok yolu deneyebilirler hazırlıklı olun.
  • Bahar şenlikleri diye bir olay var. Maksat şenlikse kaçırmamak lazım. Hakeza beleş içki yeme içme olunca şenlik de kendiliğinden oluyor zaten.
  • Dersleri geçmenin kilit noktalarından birisi fotokopicilerle arayı iyi tutmaktır. Hatta hele bir de bu fotokopicilerin telefon numarasını falan alırsanız büyük zaman kaybından kurtulursunuz.
  • Gitmeden önce batak okey gibi oyunları öğrenin. Her boş dersin vazgeçilmezleridir bu kısa süreli oyunlar.
  • Sınav tarihlerini internette gördüğünüz anda bir kağıda yazın cüzdana atın. Hem unutmazsınız hem de sizi keklemeye çalışan yumurcaklara karşı hazırlıklı olursunuz.
  • Ders kitaplarına bir ton para vermek yerine önce bir sahaflara bakın. Hatta daha da önce üst dönemlere bir sorun.
  • Seçmeli derslerdeki iki önemli kriter dersi veren hoca ve o dersi alan yakın arkadaşlardır. Dersin içeriğine dikkat etmeye çok gerek olmaz genelde.
  • Siyasi bir fikriniz varsa da çok belli etmemeye çalışın. Belli edince genelde dayakla sonuçlanıyor bu gibi durumlar.
  • Olur da hazırlık okumaya karar verirseniz derecelendirme sınavında mümkün olan en düşük notu alın ki en dandik sınıfa koysunlar sizi. Rahat rahat uğraşmadan geçersiniz hazırlığı.
  • 3. 4. sınıflara geldiğinizde kolay para için yörenin lise talebelerine özel ders vermeyi deneyin.
  • Adettir girilmeyen derslerde başkasına imza attırmak. Bu yüzden basit bir imza tercih etmekte fayda var.
  • Asistanları iyi tanımak ve iletişim içinde olmak fayda sağlayabilir. Genellikle asistanlar hocalar tarafından öğrenci, öğrenciler tarafından da hoca olarak görüldükleri için sosyal ortamları yok denecek kadar azdır. Bu sebeple onlara yaklaşım nispeten daha kolay olabilir.
  • Gideceğiniz şehrin yöresel yemeklerini en az bir kere deneyin. Böylelikle o şehre yeni gelenleri götürebileceğiniz, gezdirebileceğiniz yerler olsun. Ayrıca şehrin yöresel adetlerini ve yasaklarını da öğrenmekte fayda var.
  • Yeni bir şehirde öğrencilik durumlarında bayram gibi tatil fırsatları önceden takip etmekte fayda var. Erken alınan bir uçak bileti son anda alınan bir otobüs biletiyle aynı paraya gelebilmekte.
İlk etapta aklıma gelen bu naçizane önerilerimden gayrı aklına birşey takılan olursa her türlü soru ve cevaplarınız için yorum butonu emrinize amadedir.

İsimler surata dönmeli yurdumda

21 Ağustos 2010 Cumartesi


İnsan sıkılmaya görsün. Az önce sırf sıkıntıdan Google'a girip bir "bored to hell" diye arattım. Karşıma sıkılanlar için bir site çıktı. Farklı farklı enteresan gereksiz şeyler var. Aralarından bir tanesine tıkladığımda isminizi yazdığında bir surat oluşturuyor ona göre. Ben de girdim hemen yaptım. Siz de eksik olmayın diye buraya da koydum linki. Hatta adımı yazdım mıydı çıkan tip hakikaten bana benzemesi de hemen 2 komplo teorisi yazmama sebebiyet verdi. Hatta o resmi de koyayım da robotumsu resmimle gizemime gizem katayım.

Şöyle böyle #39

11 Ağustos 2010 Çarşamba

İşte sevgili okur dediğim gibi olabildiğince kısa sürede bir yazıyla tekrar buradayım. Spontane gelişen "dur birşeyler yazayım" kararım neticesinde kafamdan bir şöyle böyle yazayım dedim. İşte son dönemden hadiseler.

  • Geçen gün okula gittim, bir proje vereyim diye. Yaz okulu bittiydi. Okulda bir akademik çaba da olmadığın için okuldaki öğrenci sayısı 1 (o da ben zaten) çalışan sayısı ise en az 50 civarındaydı. Çalışanların hepsinin oturup da televizyon seyretmesi çok sevimsiz geldi. Bir kantin dolusu kantin çalışanı sırf mesai saatleri dolsun diye televizyon seyrediyolardı.
  • Şuanda oturduğum binanın bulunduğu sokağın adı bahçelere giden ikinci yol sokak. (Yerimi de belli etmiş oldum böylece, gerçi eline bir tepsi börek ya da en azından bir kek alıp gelen her okuruma açıktır kapım) Bu sokak ismi taşındığımız günden beri içime dert oldu. Sokağın gittiği her yere ben de gittim ama bir bahçe bulamadım. Daha da enteresanı bahçelere giden birinci yol sokak da var. Ancak bu iki sokak da farklı yerlere gidiyorlar. Beyhude arar dururmuşum bunca zaman sokağımın bana vaadettiği bahçeleri yani.
  • Bu yeni evimin yöresiyle ilgili beni en sevindiren hadise sempatik mahalle bakkalı konseptini taşıyan 2 adet dükkan bulabilmiş olmamdır.
  • Yaşadığım yerin yan tarafında baya kocaman bahçeli falan bir villa mevcut. Tam da benim odamın camının önünde. Bir de irice havuzu var bu villanın. Şuan itibariyle 1.5 ay gibi bir süredir bu evde oturmama rağmen daha bir villa sakininin girip de o havuzda yüzdüğünü görmedim. Ben sıcaktan leğene su doldurup içinde çırpınmayı düşünürken havuzlu bu insanların tenezzül etmemesi beni birgün 6. kattan bir balıklama atlayış denemesine gark edicek diye şimdiden endişeleniyorum.
  • Bu ev olayı neticesinde geçtiğimiz haftalarda hayatımda ilk defa bulaşık yıkamışlığım da oldu. Bulaşık yıkamak başlı başına sevimsiz bir hadiseyken bir diğer sevimsiz durum da sulak yerde yetişmemden ötürü standartların üstünde olan boyumdan geldi. 15 dakika sonrasında yaşanan nahoş bel ağrısı neticesinde kafayı dolaba dayıyıp italik bir duruş ile bele hiç baskı uygulamadan bitirebildim bu sevimsiz aktiviteyi.
  • Bekarın ve öğrencinin dostu yemeksepetiyle yakın temas halindeyim son zamanlarda. Kapıya gelen elemanlarda enteresan bir durum var yemek alma olayı esnasında. Kredi kartı şifresini girerken bakmadığını belli etmek için abartılı hareketlerle kahrolmuşçasına bir anda ya kafasını çeviriyorlar ya da yere bakıyorlar. Tamam şifre girerken bakmamak güzel de, bu bakmamayı böyle insanın gözüne sokarcasına yapmanın bir mantığı yok sanki.

İçimden geldiği gibi

8 Ağustos 2010 Pazar

Nasılız sevgili okur? Şu blog hayatımın en konusuz yazı başlangıcımı yapmış bulunuyorum. İstanbul'un 35 derece ısısında (televizyonlar hissedilen sıcaklığa 45 falan derken kimse gelip benim hissettiğimi sormadığı için burdan meteorolojiye en az 55 hissettiğimi belirtmek isterim) laptop başında yarına yetiştirmem gereken projeyle cebelleşirken daralıp bir internete bakayım dedim. Dedikten kısa bir süre sonra da aklıma blogum ve kısa süre içinde bloguma yazmam için etraftan gelen ve ardı arkası kesilmeyen baskılar (yok aslında öyle bir baskı falan ben uyduruyorum) geldi. Şöyle bir gireyim bakayım dediydim ki blogumun 1 yılı devirdiğini gördüm. Bunun üzerine "aman ne güzel" tandanslı iki sevinç cümlemden sonra farkında olmadan 1 sene önce yazdığım şeylere tıkladım. Tıklamaz olaydım. Şunu gördüm ki geçen sene de bir yaz okulu sonrası sıcaktan bezmiş yılgın bir adam yazıyorken değişen hiçbirşey olmamış. Bir an için oturup "nan yoksa benim hayatımda hiçbirşey değişmiyor mu" diye düşündükten sonra farkettim ki bir bekar evi hayatına geçiş yapmam dışında değişen neredeyse hiçbirşey yokmuş. Bekar evi hayatına geçince ne oluyor diye merak edenler için de söylemek isterim ki eğer benim gibi günün %40'ını uyuyarak %60'ını bilgisayar başında geçiren biriyseniz arasıra bulaşık yıkamak ve biraz daha aç yaşamak dışında hiçbir fark yok. Tabi yaz olduğu için herkesin tatilde olması da eklenince ben de aynen geçen yaz olduğu gibi sıkılıp bunalıp iş arayarak bir yaz daha geçiriyorum. Bu yaz önceki yazlara nazaran sıkılmak için daha fazla sebeplerim olduğundan kelli çekilmez oldu bu dönem ve içimden geldiği gibi yazayım dedim.

Gaiptenen gelen yitik ses

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir süredir yazamadığımı ben de farkettim sevgili okur. Ama sor bir niye? Taşınma derdi hayat gailesi bilgisayar arızası derken böyle oldu. Şimdilik bir tarih vermekten kaçınsam da bir vakit tekrar belireceğim bu sayfada yazılarla. Tekrar yazacağım gün için şimdiden görüşmek dileğiyle.

Şöyle böyle #38

6 Haziran 2010 Pazar

Nasılız sevgili okur? Böyle nasılız diye sormak da çok samimiyetsiz gibi gelir bana hep nedense ama yazmış bulundum bir kere. Yine uzun süredir yazamadım. Gelin görün ki finaller tez projeler derken bir yoğunum ki sormayın. Bir de şu Google'ın mahkeme kararıyla kapanma olayından sonra da internete de bir haller oldu. Açılmaya yeltenip açılamıyor falan siteler. Kısacası önümüzdeki bir haftadan sonra süpersonik yazılar ile tüm hızımla geri dönüyor olacağım.

  • Google yasağı demişken aklıma geldi. Olur da hakikaten Google'a Türkiyeden erişim bir şekilde komple engellenirse okuduğum okul 3-4 sene mezun veremez tahminimce. Ne kadar proje tez varsa hepsi Google'dan bulunup yapılıyor.
  • Gece ışığa gelen sevimsiz böcekler gündüz de ışığa gitmeye çalışıp güneşe uçarken ölseler falan çok güzel olmaz mı?
  • Okulumun öğrencilerden emdiği para az gelmiş olacak ki okulun her tarafına pano yerleştirip reklam almaya başladılar. Birkaç hafta sonunda öğrencilere yönelik reklamı da bulmayı başardı reklam verici şirketler. Okulun her yeri makarna reklamı artık.
  • Geçtiğimiz günlerde girdiğim finalde hayatımın en sıradışı diyaloglarından birisini yaşadım. Hayatımda girdiğim 2. ya da 3. kitap defter açık olan bu sınavda ben de bu neşe verici durumu bir şekilde kullanıp şaka yapayım dedim. Sınavın ortalarına doğru yanımdan geçen gözetmen terlediğimi görünce "sıcak olmuyor mu öyle üstündekini çıkarsana" dedi, üstümdeki polarımsı şeyi göstererek. Ben de anında "yok hocam kopya yazıp koydum onun cebine de ondan çıkarmıyorum" dedim. Bir an afallayıp bakıp sonra durumu anlamasıyla "ne? ... haa" diyerek uzaklaştı. Kitap defter açık sınavda kopya mı olur la?
  • Birşey satın almak istediğinizde "abicim bu sefer aldığım yerden kötü çıktı o, istersen sana onun yerine yarım kilo şundan vereyim" diyen esnaf benim gözümde eli öpülesi esnaftır.
  • Final haftası kılık kıyafeti diye birşey var. Genellikle bol ve rahat kıyafetler, ama renk olarak uyumsuz ve acilen seçilmiş olur genelde. Sıfatta birkaç günlük sakal (tabi bu erkekler için geçerli sadece) olur. Ben de bu dönem hocalara "bütün sene bu modda çalıştım hocam ben" diyebilmek için bütün sene böyle gezdim. Bir faydası olup olmadığını finallerden sonra göreceğiz.

Türkler ne arar #7

27 Mayıs 2010 Perşembe

Önünüzde saygıyla eğiliyorum sevgili okur. Kaç zamandır blogumu yazısız bırakıyorum farkındayım gelin görün ki üstüme üstüme gelmeyen şey kalmadı. Boş vakitler de yetmiyor uzun uzun bir yazı yazmaya. Ki boş zamanlarda da insanın kafası ister istemez birçok şeyle meşgul oluyor bu kadar çok dert varken. Bloguma ve okurlarıma daha fazla Güzin abla muamelesi yapmadan son bir ayın enteresan bloguma gelmeye vesile olan Google aramalarına bir göz atalım.

"koku bombası kaç günde geçer": Bu aramanın tarihine dikkat çekmek isterim. 1 Nisan sonrası "bir şaka yaptık ama bir ay oldu hala koku içinde yaşıyoruz arkadaş" diyen birisi aramış olabilir. Ya da bir yumurcak evlat "bir şaka yapacağız ama çok dayak yemeyelim valideden" diyerek aramış olabilir. Ben de bir dönemin yumurcağı olarak bu soruya cevap olarak birkaç saat diyorum.

'zidane zidan saç ektirmiş hali': Aramanın başındaki sonunda ' işaretini Google nasıl anlamış olabilir bilmiyorum. Ayrıca koca futbolcunun ismini de bu kadar yanlış yazmak ayıptır yahu. Kaç yıllık Zinedine Zidane oldu sana zidan zidan. Bir de saç ektirmemiştir diye umuyorum. Kel hali de güzeldi. Kafa attı mı ses getirirdi.

acun nun proğramınınsurvivor su dökülme yarış proğramı: Bazı aramalar o kadar yanlışlarla dolu oluyor ki onu açıklamak bu hatalar başyapıtına hakaret etmek gibi geliyor. Sanırım bu sebepten ötürü bu da yorumsuz geçeceğim aramalar listesine girmeyi hakediyor.

aftosluk: Bir dönemler sevgili ve benzer anlamlara gelebilen bir kelimeydi aftos. Aftosluk da sevgililik anlamına gelen bir arama olabilir mi diye tereddüt ettim. Şu aramaları yapanların telefonlarını falan da verse de Google bazen öldüresiye merak ediyorum, telefonu olsa açıp sorabilirim bile yani.

dert sizsizseniz dert sizsiniz: Müsadenizle bu aramayı ayın araması seçiyorum sevgili okur. Bunu arayan ne sözü anlamış ne konsepti anlamış. Nefret ettiğim o klasik dertsizseniz dert sizsiniz kalıbını yerden yere vurmuş adeta.

dıreksıyonu bırakıp dans eden otobus soforu: Enteresandır ki ben bu şoförü gördüm. Hatta otobüsüyle baya bir yol yaptım. Enteresan olan ben bundan hiç bahsetmemişken Google nasıl bir arama motoruysa benim bloguma yönlendirmiş bunu arayanı.

erman toroğlu reklam ücreti boru: O sondaki boru çok imalı olmamış mı yav. Bir de başkalarının kazandığı parayı bizim kadar merak eden bir ülke var mıdır çok merak ediyorum.

facebookta resim koyarken yanına nasıl isim yazarım: Bizim insanımızın bu kadar minimal teknolojik sorunları olması arasıra içimi rahatlatıyor. Çok büyük bir teknolojik yıkım yaşansa dünyada bizim insanlar çok az rahatsız olacakmış gibi hissediyorum. Kimbilir belki bu sayede dünya liderliğine yürürüz bu teknolojik minimal kaygılarla.

gelecekten gelen insanlar: Yahu bu arama daha önce de vardı sanırım da ben ufak ufak gerilmeye başladım. Hep birileri bunu aradığına göre yoksa gerçek midir nedir. Böyle gizli bir tarikat falan mı var. Varsa ve bunu okuyorsa rica ediyorum bir sayısal loto neticesi söylesin bana gelecekten.

hadise soyat: Acaba bu aramayı yapan hadise soyat diye birini mi aradı yoksa Hadise'nin soyadını mı aradı diye de merak ettim mesela. Oluyor böyle meraklarım.

ingilizce5 sınıf hastalıklarla ilgili resimler: İngilizce ile nasıl bir bağlantısı olabilir ki hastalık resimlerinin? 5. Sınıf derken, 5. sınıf ingilizce dersini mi kastediyor yoksa 5. sınıf hastalıkları mı kastediyor mesela.

tokyo drift benim şarkım diyen salaklar: Nedir bu sinir sevgili Google aramacısı? Ben de şimdi bunu arayan için "Tokyo Drift'i şarkı sanan salaklar" desem hoş olur mu? Olmaz tabi.

trafik kurallarinda sağdan vuranmi haklidir: Böyle bir genelleme yapmak ne enteresanmış. Sağ var sağ var. İki araba da birbirine sağdan çarparsa nasıl olacak mesela?

undertaker spikerin evini basti: Vay arkadaş bu Amerikan güreşçileri iyice tozutmuş arkadaş. Ev bark basan insanlar mıymış meğer bu Amerikan güreşi yapan tosunlar. Evimizde de mi rahat yok kardeşim bu kaslı terli heriflerden.

ımtıs ımtıs şarkısı: Bunu da yorumsuz geçmekle yetineceğim sanırım. Zaten bu aramalara baktıkça hayat enerjim çekiliyor gibi oluyor.

Şöyle böyle #37

18 Mayıs 2010 Salı

Nasılız sevgili okur? Siz de benim gibi yaz başlangıcı sıkıntıları yaşıyor musunuz? Kalın giyip yanıp ya da ince giyip donuyor musunuz? Bir şekilde nasıl oluyorsa hiç tutturamıyorum bu kıyafet seçimini sevgili okur. Neyse seni daha fazla içsel hezeyanlarımla sıkmadan son zamanların birkaç güzide tesbitimle başbaşa bırakmayı kendime vazife bilirim.

  • Pastanelerde piza adıyla satılan ufak yuvarlak hamurişi birşey vardır ya hani, ortasında sosis kıyma falan olur. Nasıl oluyor bilmiyorum ama dünya üzerindeki bütün pastaneler anlaşmış gibi o kıymalı olana mutlaka acı biber koyuyorlar. Bir de nasıl bir acıysa o biberi attıktan sonra bile kıymasında acı esansı kalıyor arkadaş. Yemenin imkanı olmuyor. Ne anladım ben öyle pizadan.
  • Yaz geldi diyince aklıma geldi. Burdan büyük kanalların ana haber bülteni müdürlerine sesleniyorum. Yapacak haber bulamıyorsanız bülteni doldurmak için kene ve kırım kongo kanamalı ateşi hastalığı haberlerine başlayın yine. Beni de görürsünüz artık.
  • İlkokuldan beri uyuz olduğum bir durum var ki bunu birileriyle paylaşmak nedense şimdi aklıma geldi. Vücudun %75'i sudur derler ya. O çok büyük bir yalan değil mi la? Kalan %25'in içine bunca kan kemik falan nasıl sığar. Şimdi bu cümleyi okuyan bir biyolog hemen "arkadaşım su dediysek sıvı işte yani" derse eğer kalbini kırarım. Adam gibi sıvı diye yazsaydınız ya la o zaman onu.
  • Geçen gün Survivor adlı yarışmaya denk geldim. Kızların bulunduğu adadaki tencereye bir yengeç girmiş. Başında toplanmış ne yapsak diye düşünürlerken aralarından bazılarının "yiyelim" demesi üzerine birisi çıkıp "ay yazık ya benim abim de yengeç burcu yemeyelim" dedi. Burç olayına göre hayvan sempatisi olayı mı var yani?
  • Bu arada "format" da ne kadar kuvvetli bir kelime olmuş dilimizde. Yeni anladım bunu yarışmayı izleyince. Yoldan geçen birine "arkadaşım saat kaç acaba" desen sallamaz ama birine "birader gel seni damdan atıcaz, valla bir yarışma çekiyoruz da formatı böyle" diyince o adam dama kendi çıkar seke seke.
  • Bu arada hayatımda hiç "birader araba gitmiyor bir el atıversene" diyeni refüze eden bir Türk görmedim. Görebileceğimi de sanmıyorum.
  • Polis devleti diye birşey var ya. Onun devlet başkanı hep başkomiser olacakmış gibi geliyor bana. Masasında oturup nezaretten çıkanlara nasihatlerde bulunacak falan. Devamlı çay içecek.
  • Geçen gün İstanbul içinde bolca toplu taşıma aracı kullandığım birgün oldu. Füniküler diye birşeye bindim mesela. O fünikülerin girişinde bir oda içinde çalışan birkaç kişi gördüm. Füniküler müdürüdür bunlar da heralde dedim. Ama ne iş yaptıklarına ve bir gününü neyle geçirdiklerine dair en ufak bir fikrim bile yok. Bir de odalarının bir tarafı komple camdı, sanki insanlar görsün de bu adamlar ne iş yapar diye düşünsün diyeydi. Ben de adeta bu tuzağa düştüm.

Ben tek siz hepiniz

14 Mayıs 2010 Cuma

Sen hiç çıkıp da bir topluluk önünde konuşma yaptın mı sevgili okur? Ben bu hafta yaptım. Hiç de hoş bir durum olmadığını gördüm. Hele durun da olayı başından anlatayım.

Sunum ve Raporlama adlı sevimsiz bir ders alıyorum ki dillere destan. Hocası Kanadalı, öğrencisi hiç oralı değil. Hoca tutturmuş herkes sunum yapacak diye. Bunu ilk duyduğumda dediydim ki "oh ne güzel seçerim bildiğim bir konu yazdıkça yazarım". Gruplar falan belirlendi ki bir de ne göreyim. Ufak naylonumsu bir poşet gibi birşey. İçerisinde uzun uzun kesilmiş birçok kağıt. Ben de karşısında durmuş tombala çeker gibi anlatacağım konuyu çekiyorum. Konuyu çektikten sonra da yeni bir torba uzatılıyor önüme aynı hoca tarafından bu sefer de kaçıncı sırada çıkıp anlatacağımı çekiyorum.

Şimdi bu konu en büyük belirsizliklerden biridir. İlk çıkıp anlatmak hoş değildir, sınıf içinde son kez bir okuyayım da ezberleyeyim diyemez anlatıcı. İlk olmak zaten genelde gerilim yaratır. Diğer anlatıcıları görüp iki taktik almak en güzelidir. Gelin görün ki ben seçtim en son sırayı. Yine beni aldı bir gerilim. En son olmak da hoş değil, milletin ilgisi dağılmış olur, hele o beklerkenki gerilim kısmını anlatmıyorum bile.

Her Türk öğrencisi gibi ben de sunumdan bir gün önce ödevi yaptım, slaytları hazırladım, laptopu getirmekle mükellef arkadaşa yolladım. Ancak bu dersin saçma kurallarını bilmekte fayda var önce. Sunumu yaparken slayttan okumak yasak. Elinde tutmalık not kartları hazırlamış olmalı herkes ona da 3 saniyeden fazla bakmak yasak. Tahtaya bişey yazınca sunum biterken onu silmemek yasak. Eli kolu kullanmayınca puan kırıyor. Göz teması, süre, duruş, mimik derken bir ton yerden puan kırabiliyor bu hoca. Ben de bunun gerilimi içerisinde derste oturmuş kara kara ne yapsam diye düşünüyodum.

Aklıma gelen tek cin fikirli kurtuluş yolu da süre açısındandı. Sunumun 6-10 dakika arasında olması gerekiyordu. 10'dan fazla olması bile puan kırma sebebi yani. "Şşş bak hele" diye dürttüm slaytçıbaşımı "saatine bak ben sunuma başlarken tam 7 dakika olunca masanın üzerine telefonunu koy da ben de bileyim 7 dakika olduğunu toparlayıp bitireyim" dedim. O da hayhay deyip onayladı bu durumu. Bir diğer fikir de slayt değiştirme konusunda aklıma geldi ki o da önemli bir konuymuş meğer. Kaptırıp anlatmaya devam ederken arkada aynı slaytın durması hoş olmazdı. "Ben ne zaman ki elimdeki kartı değiştiriyorum sen de slaytı değiştir" diye yeni bir salık verip yöneldim hocanın yanına.

Şöyle enteresan bir durumu da anlatmadan geçemeyeceğim. Bu yaptığımız sunumlar artık ne kadar önemli şeylerse hoca da en ön sıraya bir fotoğraf makinası koyuyor ve herkesin sunumunu videoya kaydediyor. Gel gör ki benden önceki sunan arkadaşın son 3 cümlesine gelindiğinde ekranı mekranı karardı bu aletin bir haller oldu. Hoca da bir telaş gidip bakınca anladı ki hafızası dolmuş. Dönüp bana üzgün gözlerle bakarken "kusura bakma Parahuman seninkini kaydedemiycem" deyince "canıma minnet hocam şu rezilliği belgelesen ne olur belgelemesen ne olur" diyerekten çok da önemsemedim bu durumu.

Her sunum önceki doküman kontrolüne tabi oldum ben de diğer öğrenciler gibi. Hoca dedi ki "Checklist'in nerde yavrum?" (Checklist dediği de senin konunla ilgili birileri yorum yapıp bir kanıya vardıysa onların yazıldığı bir hadise) "La hocam neyin checklisti zaten bana verdiğin konu bi kitap kim bunun hakkında ne yapsın da ne desin" deyince Kanadalı Kanadalı bakıp "olsun yine de bulsaydın birşey" diyince için için darlanmaya başlamıştım. Diğer dokümanlarımı da ibraz ettikten sonra inceden süzülsüm kürsümsü sunum mekanına.

Şimdi bana deseniz ki bu yaptığın sunumdan neler öğrendin, neler çıkardın, tek bir şeyi çok net söyleyebilirim ki topluluk önünde konuşmak hiç bana göre birşey değilmiş. Normalde süper konuştuğum İngilizce, orada aklıma gelmez oldu. 2 kelime zar zor aklıma geliyor, kaldı ki bir de onlardan cümle yapmak gerek haliyle. Bir de sınıfta türlü çeşitli yumurcak arkadaşım olduğu için ne zaman sınıfa baksam kitlenip tanımadığım bir adama baktım hep, ama birinci dakikadan sonra istemdışı oldu o. O da "ne bakıyorsun" dermişcesine bir el kol hareketi yapsaydı da projektör makinasını alıp ışıldaklı ışıldaklı atıp kafasına sunum olayını galeyana getireydim diye düşünmedim değil. Daha büyük bir sorun ise topu topu 10 sayfa olan slaytım aktıkça akıyordu ama bir türlü gözlerim, masanın üstünde olmasını görmeyi beklediğim o işaret olacak telefonu göremiyordu. Yapacak birşeyin kalmadığını anladığım anda artık konuyu toparladım ana fikri falan verdim. "Hadi bana eyvallah" anlamına gelen "Thank you for listening" dedikten sonra sakin adımlarla sınıfın ortasına doğru yöneldim. O esnadada telefonu koymayı unuttuğunu düşündüğüm slaytçıbaşıma agresif bir şekilde "kaç dakika oldu la" diye sorunca aldığım "6.5" cevabı üzerine iyice rahatladım.

Hızlıca ve usulca hocanın yanına yaklaşıp neye kaç puan verdiğine görmeye çalışırken baktım ona good buna good herşeye iyi notlar verip geçiyor. Ancak sonunda demez mi "ellerini kollarını biraz daha oynatarak anlatsaydın daha iyi olurdu" diye. İşte o an biraz gaza geldim "hoca hoca sen demedin mi not kartlarını tutacaksın ordan bakacaksın diye, not kartı tuttuğum ellerimle nası neyi anlataydım" dedim. Tam bir Kanadalı turist gibi boş boş bakıp "olsun" dedi. Tabi bütün bu konuşmalar da ingilizce geçiyor. Şimdi siz de "olsun"un İngilizce'sini düşünüyorsunuz büyük ihtimalle. Ben de şu şakayı yapmadan geçemeyeceğim. "Olsun"un İngilizcesi "Let it be" olabilir mi acaba? Bu arada merak eden varsa birkaç gün sonra aldığım notu da yazarım bloguma da şanım yürüsün.

Sonuçlandırmak gerekirse bu koca yazıyı, sunum ya da konuşma tarzı şeyler benim işim değil. Karşıma öyle toplulukları alıp da konuşma yapacak insan değilim. Efendi gibi hep beraber masada otururken konuşabilecek bir adamım ben. Sonuç olarak büyük ihtimalle iyi bir not alıcak olsam da istemem bir daha böyle gerilimler yaşamayı. Ki bunu hocaya da söyledim aynen böyle. "Tamam sen bana iyi anlattın diyorsun da gel bir de benim halimi sor" dedim kadına. Eksik olsun sunumu slaytı.

Kişisel iletkenler #1

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Yine uzunca bir aradan sonra karşındayım sevgili okur. Ama sor bi niye. Sen sorsan da ben bunu duyamayacağım için cevap veremiyorum haliyle. Bunu yorum aparatıyla soran olursa da kalbini kırabilirim baştan uyarayım.

Bunca zaman yazmadım ama bakın görün boşuna değilmiş bu süre. Yep yeni bir yazı dizisine başlıyorum şu anda sevgili okur. Sizi daha fazla merakta bırakmayayıp söyleyeyim. Yıllar yılı MSN'deki eşimin dostumun yazdığı, benim de görünce kah güldüğüm kah hayret ettiğim kişisel iletileri yazmaya karar verdim. Zaten blog yazıyorum diye gizlim saklım da kalmadı. Varsın eşimin dostumun gizlisini saklısını da yazayım ne olucak. Tabi tahmin edeceğiniz üzere yorum yapmadan da duramayacağım için sonlarına ufak tefek yorumlar da ekleştireceğim sanırım bu iletilerin.

alfa dimem beta dimem ben sana gama dimem - Güzelim türkü ne hale gelmiş a dostlar.

as my conscious slips away - Böyle ingilizce derin anlamlı edebi şeyler yazanlar da var ama kişisel ileti en nihayetinde. Kim kişisel iletiyle başkasının fikrini değiştirmiş ki bugüne kadar?

kıyamet gelse de kopsak - Böyle klişe espriler yazmaktan çarpılsa bunu yazan daha komik olur belki.

hissetme suçu equilibrium - Böyle entel kuntel şeyleri de görünce inceden MSN kitlemle gurur duymuyor değilim, her ne kadar anlamasam da.

16 Mayıs pazar Taksim Dorock bar'da konserimiz var (distopia) - Madem iletilerin hepsini yazmaya karar verdim bunları da yazayım bari. Kendimce bir destek vermiş olurum böyle. Gidin dinleyin işte böyle konserleri.

ANZERIA, 11 Mayıs Salı saat 19:00'da İ:Ü. Bahar Festivali Avcılar kampüsünde! - Benim de ne çok sanatçı müzisyen tanıdığım insan varmış meğer. Gittikçe daha bir gurur duymaya başladım kitlemle.

Well they call me hurricane n' I've come to play in your town - Bu ileti de inceden bir tehdit mi içeriyor nedir anlamadım. Çevirisi "Bana hortum derler ve senin kasabanda oynamaya geldim" şeklinde oluyor. Town diyince de direk Amerikan filmi olayından kasaba oluyor. Türk town diyince köy olur belki. Bu arada hortum da bahçe sulama hortumu falan değil ha, baya bildiğimiz doğal afet olan hortum bu.

6. his kötü birşey - Böyle bir kanıya varabilmiş olması bile enteresan bir durum. Bunun varlığından emin olabilmiş demek ki, bir sonraki adım da kötü birşey olduğuna karar vermek olmuş.

MaTeMaTiK öZeL DeRs Werilirrrrr... - Matematik okuyan her üniversite öğrencisinin bir numaralı gelir kapısı ümidi olan özel ders iyidir hoştur da böyle yumurcaklı yumurcaklı yazınca olmaz bence o iş. Öğrencinin öğrenesi varsa da bu yazı şeklini görünce vazgeçer.

Buzzzzzzzzz - Peki

Antibakteriyelçizer - Bu adamın çizer olduğunu bilmesem belki çok yanlış, sevimsiz şeyler anlayabilirdim. Gel gör ki güzel sanatların antibakteriyel olanı nasıl olur onu da bilemiyorum tabi.

uyuyor - Bu da ilginç bir durum. Teknolojiye güvenmediğimizden falan mı böyle birşey yazma ihtiyacı duyuyoruz acaba. "Ben offline insan görünce inanmam illa birşeyler yazar denerim" demiş birileri demek ki, sonra o insanlara karşı uyuyan kesim de bunu yazma gereği duymuş sanırım.

dolomit ne lan? - Ben de merak etmedim desem yalan olur.

lord of the .... - Bu bilinmezlikler belirsizlikler beni çok geriyor işte. Neyin lordu olabilir ki bu adam diye içime dert oldu şu anda.

Fish doesn't think because fish knows everything - Güzel felsefik bir söz yazmış bu arkadaş şimdi ona lafım yok da. Bunu bir hayat felsefesi olarak uygulamaya çalışırsa kişi mutsuz olur diye tahmin ediyorum. Tam çevirisi de "balık düşünmez çünkü balık herşeyi bilir" şeklinde oluyor.

tez-30 sayfa. vira vira vira!!! - Bu arkadaşa şimdi iğneleyici birkaç şey yazmak isterdim ama glein görün ki birkaç haftaya kadar benim de iletimde bu minvalde birşeyler yazabileceği için es geçiyorum.

uçan adam.. - O TV'de izlediğim zıplaya zıplaya yerde yuvarlanan adam benim MSN listemde olsa bir daha benim yazılarımı okur musun sevgili okur? Eğer okurum diyorsan ben bile şüphe ederim okur kitlemden.

Muhtaratör insanı rezil de eder rezil de. - Herşeyin sonuna tör koyunca çözüm olmuyormuş demek ki. Bu iletinin arkasındaki yaşanmışlıkları da ben de hepiniz gibi çok merak ediyorum.

Transformers, more than meets the eye... - Bunu görünce de direk aklıma otobotlar falan geliyor. Dönemin en kral çizgi filmi ve oyuncak konusuydu bu transformers. Bu heyecanı üniversite dönemine kadar taşımak ne kadar doğrudur onu bilemiyorum tabi.

ne iğrenç bi anlayış ne çağdışı bi düşünce ne ezik bi hareket ne özgüvensiz ne rezil ne itici.. - Ne bu kadar dert olmuş bu insana diye ben yine merak ettim tabi. Ama o kadar da etkili yazmış ki en yakın ağaçtan bir dal kırıp bunun yazılmasını sebep olanların üstüne doğru koşasım gelmedi değil. Kişisel ileti ile bir akın başlatılabiliyormuş demek ki.

müsadenizle... - Aman efendim ne demek müsade sizin.

Japon'ların içine dert olan Türk

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Benim bir zamanlar tarih dersi kitaplarında okuyup anlamadığım birşey vardı. Türkler gidip Çin'lileri savaş meydanında alaşağı ediyor, yerden yere vuruyor ama sonra bu Çin de türlü şeytanlıkla tavşanlıkla iç işlerimize karışıp bizi bin beter ediyordu. Belki de bunu farketmiş bir eleman da öyle bir oyun etmiş ki bu uzakdoğu ahalisine onlar da anlayamamış. Gelin görün ki hedefi şaşırıp Japonya'da gerçekleştirmiş bu olayı.

Milliyet'in haberine göre Serkan Anılır adlı bir Türk vatandaşı "Benim uzay asansörü diye bir projem var, hatta NASA'da da 2 sene astronotluk eğitimi aldım" diyerekten dünyanın en önemli 10 üniversitesinden biri olan Tokyo Üniversitesine girmiş. Hatta bunlar da yetmezmiş gibi ilk Türk astronot benim de demiş. Adamın palavraları bu kadarla kalmamış. 2003 yılında bir doktora tezi vermiş bu Serkan, o tezin de büyük bir kısmının başka yerlerden araklanmış olduğu da çıktı ortaya. Hatta bir de Türk Ulaştırma Bakanlığının kendisini NASA'ya gönderdiğine dair bir belge de düzenlemiş bu sinsi Serkan. Bunlar da yetmezmiş gibi kendini astronot kıyafetlerinin içine soktuğu bir de fotomontaj yapmış bu sinsi. Yetmezmiş gibi Illinois ve İTÜ üniversiteleri mezunu olduğunu belirten bu Serkan'ın o okullarla hiç ilişkisi bile olmamış meğer. Hatta okul arkadaşları tarafından sahte NASA kimliği hazırlarken bile görülmüş bu kendini bilmez Serkan.

Gelelim olayın diğer tarafına. Garibim saf naif Japon'lar "Barış Manço'nun çıktığı ülkeden yamuk yapan olmaz" diye hiç araştırma gereği duymamış herhalde. Belki de orda insanlara daha fazla değer verildiğinden ve inanıldığındandır. Garibim Tokyo Üniversitesi rektörü de "şok içerisindeyiz, ilk defa böyle birşey gördüm, 130 senelik üniversite tarihimizde ilk defa birinin doktorasını iptal edip işten attık" demiş. O da ne olduğunu şaşırmıştır garibim. Bu deha Türk hakkında övgü dolu başlıklar atan gazeteler de özür yazısı yayınlamışlar.

Bunların dışında bu Serkan'ın yalanlarını maddelemek gerekirse;

  • Türkiye'nin ilk resmi astronotuyum, ulaştırma bakanlığı tarafından NASA'ya eğitime gönderildim. (Belge de fotoğraf da yalan)
  • Türk Milli Kayak takımında olimpiyat madalyası kazandım. (Bu zaten komple yalan)
  • Illinois Üniversitesi ve İTÜ mezunuyum. (Yıldız Teknik Üniversitesi mimarlık mezunuymuş)
  • 2003 Sapacean uzay konferansında bildiri sundum. (Katılımcı bile değilmiş o konferansta)
  • Japon uzay fiziği departmanı başkanıyım. (Öyle bir departman bile yokmuş)
  • Amerikan onur madalyası sahibiyim. (Bu da parayla satın alınabilinen bir madalya çıktı)
  • Tokyo Üniversitesi'nin ilk yabancı yardımcı doçentiyim. (Daha önce birçok yabancı yardımcı doçent olmuş)

Şöyle böyle #36

2 Mayıs 2010 Pazar

Size karşı yüzüm yok okurlar. Kaç zaman oldu birşeyler yazamıyorum. Gelin görün ki hayat yorucu. Koşturmacalardan koşturmaca beğeniyorum. O kadar yoğunmuşum ki, şimdi farkettiğim üzere bunca gündür şöyle böyle kağıdıma aldığım not bile yok. Bakalım şu an aklıma gelenlerden neler yaabileceğim.

  • Şu dünyada yeni çıkmaya başlamış ergen bıyığı kadar itici birşey yoktur herhalde. Ama o ergen için de ne büyük gurur kaynağıdır. Örneğin ben hatırlarım lise yıllarımda sakallar iyice coşunda müdür yardımcısı para verip berbere yollardı birkaç kıllı ile birlikte beni. Biz de saç sakal düzelttirip sonra kahvaltı falan edip dönerdik okula. İnceden hoşuma giderdi bu sakallı olma durumu. Şimdi sıfatımda 2 kilo kıl olmadan traş olmaya üşenir bir adam oldum. Ama kışın süper oluyor. Saçlar da uzun olunca doğal kar maskesiyle dolaşıyormuşum gibi adeta.
  • Birkaç kişinin oturup çay içtiği bir masada biri çay bardağını kaldırırken çay tabağının da bardakla birlikte yapışık yükseltiğini gören ve düşüp çıkaracağı o ani sesi beklerken gerilen adamlardan birisiyim ben. Böyle bariz bir ayrım var mesela. Fevri çekilde bardak kaldırıp sonra tabağı düşünce irkilenler ve bunun farkında olup gerilimle bu olaya dikkat edenler şeklinde.
  • Çay diyince de kışın insanın içini ısıtır denir, yazın da harareti alır derler ya, ikisi de büyük yalan. Bu lafları çıkaranlar bir dönemin çay üreticileri değilse ben de daha birşey bilmiyorum demektir.
  • Bu arada NBA severlerin en keyifli dönemleri olan play-off'lar başladı. Ancak hiç aklıma gelmezdi ki hakemler yüzünden gecenin bir körü izlemek için beklediğim maçın ikinci yarısında kahır bela televizyonu kapatacağımı. Ertesi gün okul varken uykudan fedakarlık edip gecenin bir körü oturup maç izlemek bile yeterince pis bir hissiyat zaten.
  • Survivor diye bir yarışma vardı bir zamanlar. İki grubu birer adaya atıyorlar, en ıssızından. Sonra türlü yarışmalar yaptırıyorlar falan. Yeni versiyonunda da erkekler ve kızlar diye 2 ayrı takım yapmışlar. Kızların adasındaki bir diyalog beni benden aldı. Açlıktan iguana yeme derecesine gelmişler uzaktan uzaktan kesiyorlarken iguanaları biri çıkıp "bunların eti şimdi beyaz et mi kırmızı et mi" diye sordu. Öyle hayatta kalma ortamı falan yalan oldu bir anda tabi. Issız adada kalmış insan yiyceği etin rengini mi merak eder?
  • Şu dünyada boyun tutulması kadar can sıkıcı şey azdır. İnsanın sosyal hayattan çekilesi gelir ama ona da izin vermez boyun tutulması. O yüzden bir kat daha sevimsizdir. Robocop gibi gezdirir adamı sosyal ortamlarda. Hele bir de yapılan ani hareketler sonrası yaşanan o sevimsiz acı en beteri.
  • Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım gaza gelmiş, "blog açıcam parahuman, duydum ki sen blog alemlerinin en yücesiymişsin, onbinlerce okurun varmış, var gel bana yardım et teknik konularda" deyince ben de hayhay diyip başlıca adımları anlatmaya geldim. İsim falan kararlaştırıldıktan sonra uygun bir site gösterip bir tema seç diyince adam o kadar güzel bir tema seçti ki resmen kıskandım. Zaten temayı değiştirip değiştirmeme konusunda türlü tereddütler yaşıyordum. Gel gör ki taklitçilik yaptın demesin bu adam bik bik konuşmasın diye alıp onun temasını da koyamadım bloguma. Bu sefer de adam bir haftada 4 yazı yazdıktan sonra bakmaz oldu bloguna. Daha bir uyuz oldum. Adını bile ben bulduydum nan o blogun. Merak edip o bloga bakmak isteyenlar olursa bu kelimeye tıklayabilirler.
  • Bir öğrencinin en büyük ikilem okula gideceği günden önceki gece erken yatmakla geç yatmak arasında yaşadığı ikilemdir. Erken yatınca hem bütün gece uyuyunca boşa gitmiş gibi oluyor, hem de sabah 7de kalkınca zaten insan kaçta yatmış olursa olsun uykusunu alamamış olacak. Geç yatınca da ertesi güne baş ağrısı ile başlanır ilerleyen saatlerde herşey daha da berbatlaşır ki bir de sonraki günün devamında erken yatma garanti olur. Nice analistler çözemedi bu ikilemde hangi hamlenin doğru olduğunu ben mi çözücem diyip bir gece geç bir gece erken yatmayı tercih etmişimdir ben hep.

Bunları bilir miydiniz? #3

26 Nisan 2010 Pazartesi

İşte 6-7 ay sonra bir bunları bilir miydiniz yazısıyla daha karşınızdayım. Şimdi monitörleriniz karşısında "vay sen ne tırt bir insanmışsın ki bunca ay sonra mı anca bize anlatıcak enteresan bir bilgi buldun" diye sormayın. Nedense bu yazı dizisini unutmuşum. Ama şimdi enteresan bir bilgiyle karşınızdayım. İşte çok uzaklardan dilimize gelen bir deyimin kökeni ile karşınızdayım. Zamanında Japonlar'ın deniz savaşlarında kullandığı enteresan bir taktik mevcutmuş. Ne zaman ki düşman gemileri ip gibi arka arkaya dizilmiş gelirken görseler yatay bir şekilde önünü birkaç gemiyle kesip sadece en öndeki gemiye bütün gemileriyle ateş açarak bu arka arkaya gelen kerizle birer birer sırayla rahatlıklı indirmişler. Şekil olarak bu durum da "T" harfine benzediği için savaş tabiri olarak bu durum "T'ye almak" olarak kayıtlara geçmiş. Sonrasında da karşısındakini dalga geçermişçesine alt etmek anlamını üstlenerek "tiye almak" olarak dilimize bir deyim olarak yerleşmiş. Japonlar'ın sağından solundan öbek öbek kültür fışkırması yetmiyormuş gibi bir de savaş taktikleri ile başka dillere de deyim kazandırır olmuşlar yani.

Türkler ne arar #6

24 Nisan 2010 Cumartesi

Kaç zaman olmuş yazmamışım benim biricik ziyaretçilerimin Google'da ne arayıp geldiğini, sen de hiç uyarmamışsın sevgili okur. Bu sefer çok enteresan aramalar birikmiş yalnız. Göz gezdirirken kendi okur kitlemden tırsmadım değil. Daha fazla uzatmadan işte son zamanlarda ziyaretçileri benim bloguma yönlendiren Google aramaları.

smackdown tasoları: Bu Amerikan güreşkenlerine bulaştım hata ettim sevgili okur. Bu sefer sorun yeni bir boyuta ulaştı. Bazı okurlar adres yazmayı üşendiği için Google'dan parahumanbeing yazıp arayıp girip okurdu. İşte bu smackdown tasoları araması son sürelerde parahumanbeing aramasını geçen tek arama oldu sayfama gelen insanlar arasında.

"böyle spor mu olur" özlü sözler: Böyle özlü söz mü olur peki? Bunu özlü söz diye söyleyen adamı üşenmeyip bir de arayan insanlar varken ben de birkaç özlü söz üretebilirim bu blogda belki.

aldandım ki sandım: Şuan merakımdan çatlıyorum sevgili okur. Bir insan bunu Google'a yazarak neyi bulmayı umabilir ki? Google çıkıp "evet abi hakikaten aldanmışsın da sanmışsın" diycek?

aşkı memnu dizisinde behlül ve bihterin nasıl tipler olduğunu açıkla: İlk olarak her kim ki emir kipinde arama yapıyorsa onu eşek sudan gelinceye kadar dövesim geliyor. Ne buyurgan milletmişiz arkadaş Google'a bile emir verme çabasındayız. Ancak bunun dışında nasıl bir Aşk-ı Memnu furyası varsa memlekette belki de bu adam da merak etmekte haklıdır.

beatbox yaparken söylenen cümleler: Bu beatbox denen şey de ayrıca bir dert oldu bizim millete nedense. Madem bu kadar merak etmiş bu arayan kişi onun için beatbox yaparken söylenen cümleleri yazayım ben. Puf kıps puf kıps bıjıgıdı bıjıgıdı puf kıps puf kıps ımtıs kumtıs ımtıs kumtıs.

bigmac teorisi: Bazen öyle aramalar oluyor ki benim de içim içimi yiyor sevgili okur. Böyle bir aramayı tamamen kafasından atmış olma ihtimalinin çok düşük olduğunu düşünecek olursak bu bigmac teorisininne olabileceğine dair zerre fikrim yok ve şuan derin bir merak içerisindeyim.

bilek güreşi antreman çizelgesi yeni başlayanlar için: Bunu arayana pek birşey demek istemiyorum. Aygır gibi biri de çıkabilir bunu arayan. Gel gör ki bu kadar spesifik bir aramada benim blogum nasıl çıkmış? Ben ki her mevsim bir kere galeyana gelme haricinde bilek güreşi yapmış birisi de değilim.

bilgisayar bilmeyen adam napar: Bu da şimdiye kadar karşılaştığım en ekstrem aramaydı. Birkaç fikir vermek gerekirse yan çevirip tepsi olarak kullanabilir, ceviz fındık kırmada kullanılabilir, vantilatörünün önüne oturarak ısınılabilir. Ama bilgisayar bilmeyip de bunu bu kadar dert eden, ama yine de bunu bir şekilde bilgisayar ortamında arayan birine ben pek akıl vermeyeyim.

danzig yüksek uçucu: Bunu da çok merak ettiğim için hemen ben de aradım. Anladım ki bir güvercin türüymüş bu danzig. Ben de sadece bu güvercin sever Google aramacısına selam etmek istedim. Hakeza ben de güvercinleri ve güvercin severleri seven bir insanım.

facebookta sayfanı gireni gör: Bizim milletin bu inatçılığı bir meziyet mi yoksa eksiklik mi bilemedim. Büyük ihtimalle böyle bir uygulama ya da program yoktur. Ama bizim milletin insanı bu işe yaradığını iddia eden 5 programı dener, olmasa da aramaya devam eder. Anlamaz ki o programı yapanlar da kendi gibi çakal Türk'lerdir. Bu ısrarı okumaya göstersek toplumca nobel almıştık.

fox tv filmleri yerde bulduğu elmayı yiyen adamın hikayesi: İlk olarak bunu arayana belirteyim ki fox tv filmleri diye bir kavramın olduğunu hiç sanmıyorum. Ayrıca o elma yeme olayı da bildiğim sadece pamuk prenses olayında var, kaldı ki bu da insanın içine bu kadar dert olabilecek birşey değil. Hikayesini bulup napıcaksın bir film karakterinin? Film karakterinin hikayesi diye birşey olur mu lan?

hangi güreş şirketi batınca wwe açıldı: Bu ilk bakışta (hatta sonraki bakışlarda da) saçma görünen soruya bir şaka yapamadan duramadığım için bir cevap vereyim dedim. Şen Kardeşler Güreş ltd. şti. batınca açılmıştır herhalde.

hareketli yanar döner eşantiyon resim: Galiba bunu yorumsuz geçmeyi uygun gördüm.

haşiki tir lan ordan şarkısı: Bu şarkıyı da bütün bu Google aramacılarına ithaf ediyim bari tam olsun.

homan lazer: Bunu açıklayana da ödül vermeyi düşünüyorum. Facebook çiftliğine koyun falan yollarım mesela. Hatta benim çiftliğin tapusunu üstüne yaparım.

japon çocukları ne yapar: Merak konusunda seçilmiş bir millet olduğumuzun bir göstergesi daha. Japon çocuğu ne yapsın, japon diye kılıçla birbirlerine mi girişsin, onlar da çelik çomak ya da misket falan oynuyolardır herhalde. Ama daha teknolojiktir onların çomakları.

kayıp pirenses1.bölüm: Milletimizin prenses yazma konusundaki sıkıntısı ve hangi durumlarda boşluk bırakması gerektiği konusunda son derece kafası karışık.

kontörün olayım kazım konuş konuş bitir beni: Bloguma adeta ahlaksız teklifler yağıyor sevgili okurlar çok mağdurum. Ayrıca adım Kazım olmasa bile bunu üzerime alınıyor olmam da ince fikirliliğimdendir.

leopar ve diferansiyel denklemler: Eğer ki bu bir tercih konusuysa leoparı seçerim. Diferansiyel denklemlerden geçene kadar neler çektiğimi bir ben bilirim, bu durumda leoparı güle oynaya bile seçebilirim. Hatta deseler ki "bu leoparı alt edemezsen diferansiyel denklemleri bir daha alacaksın" işte o an elimin ayarı kaçar da bütün hayvanlar alemini el pençe divan ederim önümde bir anda.

milibüs şakası kalbini kırarım: Bazı yazım hataları hakikaten yazım hatasıdır, bunu klavyedeki yanlış yazılan harfin yerine bakarak anlamak mümkün. Ama bir insan minibüs yerine milibüs yazıyorsa bu tamamen kendi cehaletindendir kimse bahane bulmasın bu konuda bana. İşte ben de böyle bunu arayanın kalbini kırarım.

pasta yaparak para kazanabilirmiyim: Burdan sitemim Google'adır. Birkaç kere tosun bünyemden bahsetmemden kelli bu insanı bana yönlendirmişse eğer yarın öbürgün gider Google'ın binasını da basarım ben camını çerçevesini de indiririm. Bunun yanı sıra bu soruyu arayana cevap olarak tahminim hayır umudum evet demekle yetinebiliyorum.

sahibinden saim aslan: Sahibinden satılık insan mı arıyorlar nedir? Yoksa satan sahip bu desem bir insan satan kişiye göre eşya mı alır? "Ohoo Saim abi satıyorsa hiç kaçırmam ne olursa olsun alırım" mı demiş bunu yazan insan?

ufuk özkan ın geniş ailedeki yeşil montu: Dizi hayranlığı bu noktaya gelmiş sonunda. Hani Geniş Aile çok modaya uyan karakterlerin olduğu bir dizi olsa diycem ki son modayı takip etmek içindir bu arama. Ama öyle bir durum da yok pek.

uzaya roketlerle gelmezse ne olur: Bazı aramalar bana hayatı sorgulatıyor adeta. İlk olarak uzayan gelen kim? Roketler bildiğimiz roket mi? Uzaya geldiğine göre nereden geliyor olabilir? Bunca şeyden sonra gelse ne olur gelmese ne olur?

viledada domuz katkısı varmı: Varsa da dini açıdan yerleri silmek için kullanılan bir alette domuzsal ürünler bulunmasının bir sakıncası olduğunu sanmıyorum.

yeni yıl nar kırdıktan sonra ne yapılır: Bu kadar geç kalmışsan bırak hiçbirşey yapma bence. Çürümüştür bozulmuştur o nar zaten. At gitsin.

çok çok komik tuhaf davul zurnalı halay çeken adamlar: Google'ın mantığında çok çok diye bir arama kriteri olsa keşke. Çok komik videoları ayrı çok çok komik videoları ayrı kategorize etse falan. Türk'leri anlayan bir arama motoru yazabilse adamlar zaten kapatır interneti gider herşeyi başarmış olmanın verdiği gururla.

öss için kendini gaza getirme: Ey sevgili gaza gelme niyetlisi okurum. Olur da bunu başaramazsan ben sembolik bir ücret karşılığında seve seve seni gaza getirebilirim.

Şöyle böyle #35

20 Nisan 2010 Salı

Kaza okul derken şöyle bir doya doya ağız tadıyla şöyle böyle yazamamıştım. Gücenme sevgili okur. Bittim la yorgunluktan. Kılımı kıpırdatamıyorum. Ki doğal olan da bu zaten aslında. Kıl kıpırdar mı lan? Neyse daha fazla kıldan tüyden bahsetmeden son dönemin şöyle böylesine geçeyim.

  • Artık aldığım her kola şişesinden bir kampanya bir bedava çıkmasına o kadar alıştım ki kampanyasız kola alınca sanki kazıklanıyormuş gibi hissediyorum kendimi.
  • Geçen gün farkettim ki MSN'de şöyle pis bir durum var. Mesela biriyle konuşurken "neyse benim dışarı çıkmam lazım" diyip vedalaştıktan sonra hala MSN'de online görünce o insanı kişi inceden bir kıllanıyor. Meraklanıyor. "Neden bana yalan söyledin pislik" diye sorası geliyor. Ama aslında gerçekten gitmiş oluyor o sırada o insan. Ama işte hin fikirli olduğumuz için demek ki kıllanmadan edemiyoruz.
  • Bir kişi topluluk içinde konuşurken "aha buraya yazıyorum" derse direk bütün dikkati üzerine topluyor. Dünyanın sırrını verecekmiş gibi bakıyor herkes o insana. Sanki sonra yakasına yapışıp oraya götürüp "hani lan bunu yazmıştın buraya ama olmadı?" diye soracakmış gibi.
  • Geçen gün televizyonda İzlanda'dan gelen kül bulutu sonrası asit yağmuru uyarısı duydunca televizyonda istemsizce "asitten korksak kola içmezdik" dedim. Sonra bir anda kendime yabancılaştım. Televizyonu falan kapatıp yatıp yorganı çektim kafama kadar.
  • Biri bana gelse "bana mutsuzluğun resmini yapabilir misin Abidin?" dese "Öncelikle ben Abidin değilim" diye kendisini düzeltirim. Sonra da yorgun bir şekilde işten yorgun argın gelmiş ve kapının önünde bottan kurtulmak için botun bağcığını çekince düğüm olmuş bir insanı çekerim. En büyük kabusumdur kapının önünde çöküp de düğüm olmuş bir bot bağcığıyla uğraşmak.
  • Geçen hafta hayatımın en aktif asker uğurlamasında bulundum. Ne kadar enteresan bir durum olduğuna da inanamadım. Asker uğurlama arifesindeki olanlara da en büyük tavsiyem adet olduğu üzere malum şahsı havaya atıp tutarken bir güç dengesi sağlayın. Mazallah bir omzuna güçlü kuvvetli biri denk gelirse fırlatınca havada parandeler attırırsınız körpe askere.
  • Bir de askerin bindiği otobüsün önünü kesip İstiklal Marşı söyleme adeti var. O anda otobüs şoförünün bezginliğini dünyada hiçbir başka canlıda görmemişimdir. Kimbilir günde kaç kere böyle önü kesiliyor bu şoför arkadaşın. Askerin içeride ruh hali de bir enteresandır herhalde bu durum esnasında.
  • Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim bir şey de şudur ki nice yıllık dostum olan hemokurhemyazar'ın "ben çok bahtsız adamım" dedikten sonra kısa dönem Ankara bando birliğinde uzman çavuş çıkması üzerine diyecek birşey bulamadım. Bahtsız adam böyle oluyorsa bahtlı adam 9-15 Playstation nöbeti mi tutacak nedir?

Bir kazanın bilinmeyenleri

17 Nisan 2010 Cumartesi

Gün geçmiyor ki neredeyse benle yaşıt otomobilimle ilgili bir olay yaşanmasın. Son 5 dışarı çıkışımın 4'ünde vukuat çıkaran otomobilim ilk defa bu perşembe günü kendi kabahati olmayan bir mevzuya karıştı. Sevdiceği eve bırakmış, sonrasında tıngır mıngır evime gitmeye çalışırken vurdular güzelim Naj'ıma (daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere sesten yavaş arabama verdiğim isim) yandan. Ben düz yolumda giderken göbekten dönen bir vatandaşın benim otomobilin sol arkasına çarması ile otomobilim lönk diye dönerek göbeğe çıkmış bulundu.

İlk olarak şunu belirtmeliyim ki arabadayken hep sağdan soldan gelen arabaları görüp "bu denyo önüme fırlamasın şimdi" gibi olası senaryoları kurardım. Kurduğum başıma geldi. Bir diğer ilginç durum ise kaza anında arabamdan trönk diye bir ses gelip anien göbeğe fırladığı anda insanın o panikle hiç frene falan basmak aklına gelmiyormuş. Arabada yalnız olmanın verdiği gazla güzel bir küfür savurdum ben mesela ilk çarpma anının şaşkınlığı ile, iyi geldi.

Kaza sonrası süreç ise çok daha farklıymış. Yıllar yılı bir kazanın yanından geçerken hep hasarlı arabalara bakmışlığım vardır. Ama hiç o sırada şoförler ne yapıyor diye bakmadım. Bu sefer şoför konumunda olan ben olduğum için de ne yapacağım konusunda kararsızdım. Araba yolun ortasındaki göbeğe fırlamış haldeyken bir yandan kontağı kapatıp farları söndürürken bir yandan da yan gözle diğer arabaya bakıyordum. İlk etapta ön koltuklardan inen 2 tane genç eleman arka koltuklarda oturan 2 orta yaşlımsı kadın gördüm. Ben arabadan büyük bir hışımla inene kadar kararlılıkla benim arabaya doğru yürümekte olan bu 2 insan tosun ebatlarımı görünce bir iki saniyeliğine durakladılar. Sonrasında hızla yanıma gelip elimi sıkıp "geçmiş olsun abi" diyip hasar incelemesine giriştiler.

Daha kazanınkonusunu adam gibi açamadan yanımızda 2 motorlu 3 insanlı yunus polisler beliriverdi bir anda. Ben de baştan bir gururlandım "heyt be ülkemin polisine bak heralde mobese kamerasından gördü durumu 2 dakikada geldi" diyerekten. Meğer öyle bir durum yokmuş. Tesadüfen oradan geçmekte olan bu polisler öncelikle benim haklı, çarpanların da son derece kusurlu olduğunu belirterek içime su serpmiş bulundu. Çarpanların genç olanı o anda "abi sen de çok hızlı geliyodun, kaptırmış geliyodun" deyince "birincisi ben taş çatlasın 50-60'la geliyordum, ikincisi ben yolumda giderken yandan gelip vuran sensin, daha yavaş gelsem kafadan tokuşacaktık demek ki" deyince anladı hatasını sustu. Ancak yunuslar da bu esnada "bu kaza için trafik polisi çağırmayın bu saatte gelmez zaten böyle bir kaza için, siz aranızda tutanak falan tutun" deyip gidince kaldım yine diğer kazacılarla başbaşa. Bu arada belirtmekte fayda görüyorum ki yunusun söylediği "bu saat" akşam 9'dan ibaret bir saat.

O esnada da Türk milletinin ne kadar yardımsever ne kadar anlayışlı olduğunu bir kere daha gördüm. Şarjım bittiği için kaza yaptığımın adamın telefonundan aile büyüğümü çağırdıktan sonra bekleme sürecinde geçen her 5 arabadan birinden gelen "geçmiş olsun" temennilerini kaldırımda başımla hafifçe selam vererekten vakur bir eda ile karşıladım. Daha da meraklı bir vatandaş ise kaldırımda yürürken atladı geldi yanımıza. Kendisi egzoz (yazılışına TDK'dan baktım yanlış diyenin kalbini kırarım) ustası biri olduğu için araba hasarlarına da alışık biriymiş anladığım kadarıyla. Bir anda ortamın eksperi oldu ve kaportacı bir arkadaşını aradı. Kaza sonrası tutanak işlemleri süresince yoldan geçen 5 tane asayiş polis arabasından sadece bir tanesinin durup "bir sıkıntı var mı?" diye sorması da beni duygulandırdı. Ona da "yok, tutanak yazıyoruz" diyince "geçmiş olsun" diyip hızlı bir şekilde uzaklaştı. Kazacı taraftan gelen "50 Tl vereyim anlaşalım" tekliflerini de kaportacı gazı ile bertaraf ettikten sonra 1 saat kadar tutanak işleriyle uğraştıktan sonra kaza sonrası dönemi sonlandırmış olduk.

Naj'ıma kıvançla bakarken şunun farkına vardım, bir kazanın iki tarafından biri olan Naj'da toplam 100 Tl civarı bir hasar varken diğer tarafı olan 2009 model diğer arabada en az 700 Tl'lik bir hasar bulunmaktaydı. Kendi kendime "bu bir meziyet midir acaba" diye düşünürken birkaç metre ilerleyince arabadan gelen givicile givicile sesinden yamulan yerin tekerleğe sürttüğünü ve böyle gitmeye çalışınca tekerleği de parçalama ihtimali olduğu düşünülerek kaza mahalline yakın bir yere arabayı bırakarak eve döndüm. Şimdi ise birlikte geçirdiğim her saniyenin bir heyecan kasırgası olan Naj'ımın tamirden dönmesini dört gözle bekliyorum.

Formspring beni

14 Nisan 2010 Çarşamba

Sırf şaka şamata bir blog olmanın ötesine geçmeyi kendine misyon edinmiş olan parahumanbeing'ten dev bir internet hizmeti daha. La böyle büyük büyük cümlelerle başladım da bişey sanmayın. Malum olan formspring sayfasını tanıtıcam. Kaç zamandır görüp beğenmiyordum ki bugün duramadım "binlerce okurumun belki bana sormak istediği sorular vardır, onları bu imkandan mahrum bırakmayayım" dedim üye oldum. Site de bu işe yarıyor. Herkesin bir sayfası var. Girip sorunuzu yazıyorsunuz. Hatta eğer şahıs izin vermişse gizli kimlikle bile bırakabiliyorsunuz sorunuzu. O da uygun bir vaktinde cevaplıyor işte. Benim bu sayfama da şuradan ulaşıp istediğiniz soruları sorabilirsiniz.

Şöyle böyle #34

10 Nisan 2010 Cumartesi

Kaç zamandır yazamamıştım doya doya bir şöyle böyle yazısı. Biriken notlarıma göz gezdirerekten işte huzurlarınızda baharın müjdecisi nisan ayının ilk şöyle böyleleri.

  • Hakimlerin idam kararı verdiğindeki o kalem kırması nasıl bir şekilci harekettir öyle. İnsan gibi söylesene "arkadaşım seni idam edicez" diye. Oraya koysalar titanyum kalemi kırayım derken rezil olmayacak mısın? Veremiycek misin cezayı. Ya da dandik kalem koydular elinde oynarken kırdın. İdam mı edicekler boşuna adamı.
  • Bilmem sizin de dikkatinizi çekti mi ama arasıra başbakan bize sesleniyor. Biz derken ulusa sesleniyor yani. Ama nedense hep gece 12'den sonra sesleniyor. Bilmeyen biri incelese bu durumu Türk'leri gece 12 sularında hep televizyon seyredip o saatlerde uyumayan insanlar sanır.
  • 1 Nisan günü bir şirket sanırım promosyon amacıyla Beyoğlu'na gökten balon yağdırdılar. Benim bildiğim insanlar balonları atıp tutup oynar, birbirine atar, ayağında sektirir falan. Ama bizim güzel insanlarımız bir hınçla hepsinin üstüne basa basa patlatmaya başladılar balonları. Bir Beyoğlu dolusu insan hırsla balonları patlatmak için üstünde tepiniyordu. Ne enteresan tercihleri olan bir milletiz diye hayretle izledim ben de bu olayı.
  • Karadenizli'ye benzeyen bir kamera şakacısı var televizyonda, arasıra denk geliyorum. En çok da şunu istiyorum. Birgün şaka yapayım diye çıksa karşıma da en ufak bir saldırgan ya da hakaretvari tutumunda ağzını gözünü bir güzel kırsam ben bunun. Hatta her kamera şakası dediğinde bir kere daha taşla çırpsam çenesini. Sonunda polise gidince de "böyle böyle beni tehdit etti ben de tanımam şakacı falan" desem keşke.
  • Geçen gün yine kavgalı dövüşlü bir sohbet sırasında birkaç kişi bir açmaza girdik okulda. Eve hırsız girdi mi korkutup "höea ha" diye bağırarak kaçırmak mı lazım yoksa sille tokat dalıp polise mi vermek lazım diye. Ha diyelim polise verdin, bu herif evini biliyor. Bir süre sonra serbest kalınca intikam ateşiyle yanıp tutuşup yine gelir mi acaba?
  • Kocaeline mi yoksa Kocaeliye mi acaba doğrusu?
  • İzlediğim hiçbir dizide karakterler "arabayı nereye parketsem" diye düşünmüyor ya, ne enteresan. Olay İstanbul'da geçiyorsa park yeri bulmak minimum 5-10 dakika alır. Dizilerin bütün gerçekçiliği kayboluyor sırf bu olay yüzünden.
  • Bu arada geçen gün de şunu farkettim. Dizilerde falan parçalanmak üzere değersiz arabalar kullanılır ya. Eski ve yerli arabalardı genelde bunlar. Ama artık benim kullandığım araba da bu gözden çıkarılan arabalar klasmanına giriyor geçen gün izlediğim dizi doğrultusunda. Sevimsiz bir hissiyat bu.
  • Erman Toroğlu bir boru reklamında oynamış. Bana şu dert oldu. Erman'cığım ısrarla otomosyon diyor reklam boyunca. Acaba bizim bildiğimiz otomasyonu söyleyemediği için mi böyle bir kelime çıkıyor ortaya yoksa hakikaten otomosyon diye birşey mi var?

Bir korna bir vicdan

Kaç zamandır yazamaz oldum, gözleriniz internetlerde kaldı biliyorum sevgili okurlar ama vize haftası olunca böyle oluyor insan. Kocaman kocaman sınavlara girdim. Ayrıca yarın son 5-6 gündür ilk defa dış etkenler tarafından uyandırılmayacağımı umuyorum. Ama bomba gibi bir hikayeyle karşınızdayım sevgili okur. Dinleyin hele.

Geçtiğimiz hafta salı günü yaş olarak aramda çok fark bulunmayan sevgili otomobilimle (kendisine de bir isim takma gereği duyduğum için plakası da olan naj diyeceğim kısaca) eve 1-2 km.'lik bir mesafe kala kaputtan çıkan dumanlar ve tavan yapmış hararet ibresi ile çektim sağa. Güç bela aile büyüklerime ulaştım ve tamirciden öğrendiğim kadarıyla bişeyi gevşemiş suyu bitmiş hararet yapmış.

Ancak esas çile bundan sonra başladı. Yoldaki çalışma sebebiyle tıkanmış bir yolda bir büyük aracın arkasındayken aniden sebepsizcesine durdu bu naj yine. Zorladım çalışmadı. Güç bela soldaki bakım yapılan şeride çektim. Yine hemen aile büyüğüne ulaşmam neticesinde bir süre otoyolun ortasında bozuk bir arabanın yanında beklememden sonra sınava yetişebildim. Sınav kağıtlarını dağıtan asistan ile aramda şu diyalog yaşandı:

-Kolay gelebildin mi?
-Hayırdır hocam siz nerden biliyorsunuz.
-Ben gelirken yolun kenarında gördüm senin araban bozulmuştu arabanın başında bekliyodun hatta ben de kornaya bastım görmedin.
-Hah hocam o kornayı çok iyi düşünmüşsün, o korna olmayaydı ben kimbilir ne haldeydim.

Sonra da baktım sırıta sırıta gidiyor. Sonra bir daha yanaştığında demeden edemedim "hoca insan okula kadar bırakmaz mı o durumda görünce" diye. Somut bir cevap vermekten kaçınarak uzaklaştı. Hatta sağda solda hakkında "hoca milletine güven olmaz aga, kornaya basar geçer" diye de konuşmuştum ki bugün yanlış tanımışım onu anladım.

Baktım okulun bitiş saatinde bahçede hızlı hızlı yürüyordu ki "aman hocam yanımdan geçerken korna çalmayı eksik etmeyin" demiştim ki beklenmedik bir soruyla karşılaştım. "Arabayla mı geldin" diyen hocaya "yok hocam nerde tabanvay geldim" diyince, "tamam atla bırakıyım, ben böyle kendimi afettiririm işte" diyerek arabalarının kapısını açtı bana. Sonrasında da arabada bir müddet kopya konusunda (dönem vize haftası olduğu için) iki farklı tarafın görüşleri üzerine ilginç bir konuşma geçtikten sonra makul bir yerde beni bırakıp hızlıca uzaklaştı.

İnsanoğlunun yumurcaklığı

4 Nisan 2010 Pazar

İstemezdim ki 222. yazımda böyle dertli bir şekilde çıkayım karşınıza sevgili okur. Gelin görün ki vize haftası arifesinde işi gücü bıraktım da buna dertlendim. Şimdi rica edicem biri gelsin bana 1 nisan'ın olayını anlatsın. Misal hep düşünmüşümdür anneler günü var babalar günü var da evlatlar günü neden yok, nedir bu çekirdek aile içindeki ayrımcılık diye. Ya da daha faydalısı "özel gün bulma günü" olsa en faydalısı olur. O gün herkes oturup "19 ocak da öğrencilere yardım destek günü olsun" falan gibi fikirler üretse keşke fena mı olur? Yeterli bir oy sağlandığında da gerçekleşir o günler. Ama 30 bin yıllık insanlık tarihinin geldiği son nokta bu. İşi gücü bırakıp şaka yapmak için birgün belirlemek. İnsanoğlunun şaka merakı bizim insanın yaratıcılığı ile birleşince çok enteresan sonuçlar çıktı.

En büyük kıvanç kaynağım bu 1 Nisan'da yine hiçbir yumurcaklığa maruz kalmadan atlattım. Çünkü evimden çıkmadım. Şaka korkusu insana neler yaptırıyor buyrun görün işte. Ayrıca bir de kindar bir insanımdır. Biri bana bir şaka yaptı mıydı bin beterini ona yapmadan rahat edemem. Zaten şaka denen şey göreceli bir hadise olduğu için bir insanı yakasından tutup balkondan atsam arkasından "bir nisan" diye bağırma yetkim varmış gibi hissediyorum. Neyse ki evden çıkmadım da yorgun yılgın halimle şakalarla uğraşmak zorunda kalmadım. Ayrıca buradan da nereye başvurmak gerekiyorsa oraya başvuruyorum bu 1 nisan günün kaldırılması için.

En fenası da şaka yapmaya çalışan öğretim görevlileri oluyor. Şu diyaloğu kaç kere yaşamışımdır hesabı yok ama haala yapılır.

-Günayın çocuklar nasılsınız
-...
-Hadi çıkarın kağıtları yazılı yapıyorum, ehehe
-...
-1 nisaan, hadi yırttınız yine şaka yaptım, yok sınav, ehehe
-...

En acı durum da öğrencilerin büyük bir olgunlukla hocanın bu olgunluktan uzak tavırlarını olgunlukla seyredip ona birşey söylememeleridir. Hoca da hocalığın ilk vazifelerinden birisi olan şaka yapma gerekliliğini yerine getirmenin verdiği haklı gururla derse devam eder.

Hocalara yapılan şakalar nispeten daha keyifli oluyor. Misal lise yıllarımdaki bir 1 nisanda bahçede 2 saat boyunca top oynadıktan sonra camdan "evladım gelsenize derse" diye seslenen hocaya "bir nisan hocam şaka yapıyoruz şuan biz" dediğimiz de oldu. Anadolu Lisesi hocaları bu konuda yeterince deneyimli değildi.

Bir kere de merak ettim acaba Fen Liselerinde nasıl oluyor bu olay diye bir Fen Lisesinde okuyan bir arkadaşa sordum "yahu siz şimdi böyle çalışkan falan adamlarsınız da hiç şaka yaptığınız olmadı mı?" diye. Olmuş. Ama olmaz olsunmuş. Şöyle ki koku bombası alıp bir heves tahtanın önündeki tebeşirliğe dökmüşler, sonra güç bela hocayı beklemeye başlamışlar. Hoca gelmiş kapıyı açmış koklamış, gitmiş, gaz maskesiyle gelmiş, son derece sakin bir şekilde dersi anlatmaya başlamış. Hal böyle olunca bu Fen Liseliler de tövbe etmiş şakasal olaylara.

Bir de kavgaya şaka süsü vermek var ki o 1 nisan olayının ne kadar boş birşey olduğunu gösterir. Şöyle ki 1 nisanda futbol maçı yaparken (tabi yine lisedeyken) kafa topuna çıkacak bir arkadaşın beline sarılıp bir güzel kündeye getirdikten sonra "bir nisan" deyip uzaklaştım. Sonrasında da türlü sevimsiz fiziksel şiddet içeren hareketler birbirimize uygulayıp sonrasında da "bir nisan" diyerek o maçı dar ettiydik birbirimize.

Bir de şaka iki kişi arasında kalında kabul edilebilir oluyor da tüm ülke izleyince çok fena değil mi? Misal futbolcu Sercan Yıldırım'a mikrofon uzatmışlar. "Bir takım öne geçince topuk pası gibi hareketler ceza getiricekmiş ne diyorsun?" diye sormuşlar garibim Sercan da saf gibi bu saçma soruyu ciddiye almış cevap vermelere açıklama yapmalara doyamamış. Şimdi bu adam ilk maçta bir gol kaçırdığında "ne apti adam la bu da" demiycek mi onu izleyenler.

Bir de şakanın nerelere gideceğini hesap edemeyenler var. Misal yine güzel yurdumdan bir kadın kocasını aramış "evi silahlı adamlar bastı" demiş. Adam da biçare polis imdatı aramış. İmdat polis de durur mu olay yerine gidilmiş, kadın da şaka yaptım diyince ikisi hakkında da "yalan beyanda bulunmak ve adli mercileri oyalamak"tan işlem yapılmış gönderilmiş.

Konu şaka olunca mevki sıfat da dinlemiyo. Koskoca yerel gazete (hem koskoca hem yerel işte sen düşün) şaka yapıp da o şehrin milletvekillerinin trafik kazasında öldüğünü söyler mi? Bizim ülkede söylüyor işte. Peki o milletvekillerinden birinin çocuğu o gasteyi aldığında üzüntüden inme inse hesabını kim vericek. Bu 1 nisan'ı kim bulduysa ve kim böyle hayvancıl bir noktaya evirdiyse o vericek heralde.

Tahminimce en büyük ızırabı da o gün doğanlar yaşar herhalde. "Zaten doğumgünü bu adam neşelidir şimdi şakanın dibine vuralım ne kadar yumurcaklık varsa eksik etmeyelim" diye acı biberli pastalar mı yedirirler patlayan mumlar mı dikerler pastasına bilemem ama rahat yüzü görmez tahminimce bu arkadaşlar. Ben olsam mahkeme kararıyla bir gün sonraya aldırırdım doğumgünümü.

Bir diğer 1 nisan'ı kazasız belasız atlattığım bu günlerde hepinize şakasız günler diliyorum sevgili okur.

Şöyle böyle #33

30 Mart 2010 Salı

Nihayet 33 numaralı şöyle böyle yazısı ile de karşınızdayım. Benim için yeri farklı olan bu sayıya eriştiğim için mağrurum gururluyum. Yok la yok şaka yapıyorum, ne önemi olucak 33'ün. Başlığı yazarken 33 yazarken aklıma o kalmış o yüzden böyle sığ bir insan gibi başladım yazıya. Neyse sevgili okur daha fazla okuma keyfini örselemeden hemen başlıyorum maddelere.

  • 118 reklamı görmekten o kadar sıkıldım ki bilmediğim bişeyler olsa da protesto için sırf aramam bu 118'leri artık.
  • Yeni bir ayakkabı alırken o deneme süreci ne kadar enteresandır. Ayakkabıyı giyip dikilince insan ne yapacağını bilemiyor bir anda. Birkaç ürkek adım atılır. Sonra aynaya bakılır. Sonrasında ya yapacak birşey bulamayıp kitlenir deneyen kişi ya da normal bir ayakkabı ile hiç yapmayacağı zıplama, tahtalara tekme atma ya da yan basma gibi eylemlere girişir.
  • Çay diye bir içecek var sevgili okur, kesin duymuşundur. Aslında bitki çay ama içecek hali de çay. Bu çay nası sihirli bir içecekse kışın içerken "insanın içini ısıtıyor" deniyor, yazın içerken de "harareti alır" deniyor. Klima gibi içecek adeta.
  • Nedense yabancı futbolculara hatta teknik direktörlere reklam filmlerinde yabancı dil konuşturma gibi bir tutkumuz var. Adam kendi dilinde söylese inanıp o ürünü almayacağız gibi bir durum var. Türkçesi de bozuk bu abilerin ne söylediği de anlaşılmıyor, yanlış duyup da gidip yanlış ürün alma (olur mu olur) riski de var.
  • Trafikte dönmeden önce sinyal veren bir şoför görünce yıldız kayması görmüş kadar şaşırıyorum.
  • Balyangoz.
  • Üstteki maddeyi açıklama gereği bile duymuyorum. O kelime tek başına kendini çok güzel ifade ediyor diye düşünüyorum.
  • Günümüzde kocaman kocaman ekranlı telefonlar popüler oldu şimdi. Hepsi de tuşsuz, dokunmatik dokunmatik ekranlı. Benim kafama takılan nokta ise şu. Türk milleti olarak kocaman kocaman yanaklı insanlarız. O telefonu sıfatına yapıştırıp konuşurken insanlar dokunmatik dokunmatik birşeyler olmuyor mu o telefonda? Yanak sensörü falan mı var acaba bu cihazlarda. Yanakla temas edince ciddiye almama gibi bir başarı sergileyebiliyor mu?
  • Atasözlerimizin bazıları birbiriyle çelişiyor sanki. Bir atamız "iti an çomağı hazırla" demiş bir diğeri de "iyi insan lafının üstüne gelir" demiş. Ben de bu iki ataya "bir karar verin la" demek istiyorum.

Şöyle böyle #32

27 Mart 2010 Cumartesi

Birkaç günlük bir aranın ardından yine nepneşeli çokçoşkulu bir şöyle böyle yazısı ile karşınızdayım sevgili okurlar. İşte huzurlarınızda son günlerde uykulu gözlerime takılanlar.

  • Ankaragücü takımını tutanlara Ankaragüçlü mü deniyor Ankaragücülü mü? Yıllardır cevabını bilemediğim bir sorudur.
  • Türkçe'de matematiğin çaresiz kaldığı bir durum keşfettim. "2. sınıf insan muamelesi" demekle "6. sınıf insan muamelesi" demek arasında hiçbir fark yok. 1 demediğiniz sürece hep en son sınıf anlaşılıyor o cümle.
  • Dokunulmazlık kelimesini duyduğum günden beri huzursuzum a dostlar. Milletvekillerinin dokunulmazlığı var ise benim de dokunulurluğum mu var demek oluyor bu durum. Dokunulurluk ne kötü şey la.
  • Dumankaya evlerinin reklamına dikkat etmişsinizdir. Mimarlar falan çıkıp konuşuyor. Ama herhalde yönetmen "anlatırken kaya gibi durmayın elinizi kolunuzu da kullanın" demiş ki hepsi de sakil ve yersiz ve hatta bir o kadar da saçma el hareketleri yaparak oraları nasıl tasarladıklarını anlatıyorlar.
  • Ayıptır söylemesi bu blogu yazmaya başladığımdan beri yeni yazılarımı Facebook'ta paylaşıyorum ki insanların haberi olsun, bilmeyenler de öğrensin falan. Ancak gelin görün ki çok enteresan bir duruma yol açtı bu. Okulda görenler "ya o yazıları kim yazıyor?" diye sorduklarında "ben yazıyorum" deyince böyle inanmaz, yadırgamış "hadi canım" der gibi bir surat ifadeleri oluyor bir anda. Beni yazı yazamaz bi angut mu bellemişlerdi de "ben yazıyorum" diyince bu kadar şaşırıyorlar anlamıyorum. Kırılıyorum sevgili okur.
  • Bir Türk'ün eline mıknatıslı birşey verince sıkılmadan saatlerce izlemek mümkün. Onu her yere yapıştır, farklı madenlerle dener, monitöre falan yaklaştırıp sonra panikler. Bu halleri kameraya çekip National Geographic'e göndersen yılın belgeseli ödülünü alırsın.
  • Nisan'ın gelmesine 3 gün kalmışken hala üşüyor olmam da beni derinden üzüyor sevgili okur. Ama bir yandan da o Temmuz Ağustos aylarının yakıcı sıcaklığını düşünerek tırsmıyor değilim. Bu mevsim olayı da iki ucu pisli (evet çok edepliyim) değnek gibi birşey.
  • Dün kesilen elektrik neticesinde teknolojinin ne kadar kölesi olduğumuzu bir kez daha görmüş bulunmaktayım. Koskoca evde yapacak aktivite kalmadı adeta bir anda. Kitap okuyayım bile desen onun yardımcı öğeleri olan ışıklandırma cihazları elektrikli. Kaya gibi oturdum kaldım evin içinde adeta.
  • Bu arada az önce okuduğum şu habere göre Cem Karaca ve Barış Manço kardeşmiş. Adeta şok oldum sevgili okur. Keşke onlar hayattayken bileydim bu bilgiyi diye hayıflandım bile. Bana göre Türkiye'nin en büyük 2 sanatçısı olan bu insanlara zaten yeterli değeri verememiş gibi hissederken bir de bu durumun bu kadar geç ortaya çıkması daha da bir enteresan oldu. Bu arada bilmeyenler için bu ikilinin şu düetini de tavsiye ederim.

Blog Widget by LinkWithin