Şöyle böyle #33

30 Mart 2010 Salı

Nihayet 33 numaralı şöyle böyle yazısı ile de karşınızdayım. Benim için yeri farklı olan bu sayıya eriştiğim için mağrurum gururluyum. Yok la yok şaka yapıyorum, ne önemi olucak 33'ün. Başlığı yazarken 33 yazarken aklıma o kalmış o yüzden böyle sığ bir insan gibi başladım yazıya. Neyse sevgili okur daha fazla okuma keyfini örselemeden hemen başlıyorum maddelere.

  • 118 reklamı görmekten o kadar sıkıldım ki bilmediğim bişeyler olsa da protesto için sırf aramam bu 118'leri artık.
  • Yeni bir ayakkabı alırken o deneme süreci ne kadar enteresandır. Ayakkabıyı giyip dikilince insan ne yapacağını bilemiyor bir anda. Birkaç ürkek adım atılır. Sonra aynaya bakılır. Sonrasında ya yapacak birşey bulamayıp kitlenir deneyen kişi ya da normal bir ayakkabı ile hiç yapmayacağı zıplama, tahtalara tekme atma ya da yan basma gibi eylemlere girişir.
  • Çay diye bir içecek var sevgili okur, kesin duymuşundur. Aslında bitki çay ama içecek hali de çay. Bu çay nası sihirli bir içecekse kışın içerken "insanın içini ısıtıyor" deniyor, yazın içerken de "harareti alır" deniyor. Klima gibi içecek adeta.
  • Nedense yabancı futbolculara hatta teknik direktörlere reklam filmlerinde yabancı dil konuşturma gibi bir tutkumuz var. Adam kendi dilinde söylese inanıp o ürünü almayacağız gibi bir durum var. Türkçesi de bozuk bu abilerin ne söylediği de anlaşılmıyor, yanlış duyup da gidip yanlış ürün alma (olur mu olur) riski de var.
  • Trafikte dönmeden önce sinyal veren bir şoför görünce yıldız kayması görmüş kadar şaşırıyorum.
  • Balyangoz.
  • Üstteki maddeyi açıklama gereği bile duymuyorum. O kelime tek başına kendini çok güzel ifade ediyor diye düşünüyorum.
  • Günümüzde kocaman kocaman ekranlı telefonlar popüler oldu şimdi. Hepsi de tuşsuz, dokunmatik dokunmatik ekranlı. Benim kafama takılan nokta ise şu. Türk milleti olarak kocaman kocaman yanaklı insanlarız. O telefonu sıfatına yapıştırıp konuşurken insanlar dokunmatik dokunmatik birşeyler olmuyor mu o telefonda? Yanak sensörü falan mı var acaba bu cihazlarda. Yanakla temas edince ciddiye almama gibi bir başarı sergileyebiliyor mu?
  • Atasözlerimizin bazıları birbiriyle çelişiyor sanki. Bir atamız "iti an çomağı hazırla" demiş bir diğeri de "iyi insan lafının üstüne gelir" demiş. Ben de bu iki ataya "bir karar verin la" demek istiyorum.

Şöyle böyle #32

27 Mart 2010 Cumartesi

Birkaç günlük bir aranın ardından yine nepneşeli çokçoşkulu bir şöyle böyle yazısı ile karşınızdayım sevgili okurlar. İşte huzurlarınızda son günlerde uykulu gözlerime takılanlar.

  • Ankaragücü takımını tutanlara Ankaragüçlü mü deniyor Ankaragücülü mü? Yıllardır cevabını bilemediğim bir sorudur.
  • Türkçe'de matematiğin çaresiz kaldığı bir durum keşfettim. "2. sınıf insan muamelesi" demekle "6. sınıf insan muamelesi" demek arasında hiçbir fark yok. 1 demediğiniz sürece hep en son sınıf anlaşılıyor o cümle.
  • Dokunulmazlık kelimesini duyduğum günden beri huzursuzum a dostlar. Milletvekillerinin dokunulmazlığı var ise benim de dokunulurluğum mu var demek oluyor bu durum. Dokunulurluk ne kötü şey la.
  • Dumankaya evlerinin reklamına dikkat etmişsinizdir. Mimarlar falan çıkıp konuşuyor. Ama herhalde yönetmen "anlatırken kaya gibi durmayın elinizi kolunuzu da kullanın" demiş ki hepsi de sakil ve yersiz ve hatta bir o kadar da saçma el hareketleri yaparak oraları nasıl tasarladıklarını anlatıyorlar.
  • Ayıptır söylemesi bu blogu yazmaya başladığımdan beri yeni yazılarımı Facebook'ta paylaşıyorum ki insanların haberi olsun, bilmeyenler de öğrensin falan. Ancak gelin görün ki çok enteresan bir duruma yol açtı bu. Okulda görenler "ya o yazıları kim yazıyor?" diye sorduklarında "ben yazıyorum" deyince böyle inanmaz, yadırgamış "hadi canım" der gibi bir surat ifadeleri oluyor bir anda. Beni yazı yazamaz bi angut mu bellemişlerdi de "ben yazıyorum" diyince bu kadar şaşırıyorlar anlamıyorum. Kırılıyorum sevgili okur.
  • Bir Türk'ün eline mıknatıslı birşey verince sıkılmadan saatlerce izlemek mümkün. Onu her yere yapıştır, farklı madenlerle dener, monitöre falan yaklaştırıp sonra panikler. Bu halleri kameraya çekip National Geographic'e göndersen yılın belgeseli ödülünü alırsın.
  • Nisan'ın gelmesine 3 gün kalmışken hala üşüyor olmam da beni derinden üzüyor sevgili okur. Ama bir yandan da o Temmuz Ağustos aylarının yakıcı sıcaklığını düşünerek tırsmıyor değilim. Bu mevsim olayı da iki ucu pisli (evet çok edepliyim) değnek gibi birşey.
  • Dün kesilen elektrik neticesinde teknolojinin ne kadar kölesi olduğumuzu bir kez daha görmüş bulunmaktayım. Koskoca evde yapacak aktivite kalmadı adeta bir anda. Kitap okuyayım bile desen onun yardımcı öğeleri olan ışıklandırma cihazları elektrikli. Kaya gibi oturdum kaldım evin içinde adeta.
  • Bu arada az önce okuduğum şu habere göre Cem Karaca ve Barış Manço kardeşmiş. Adeta şok oldum sevgili okur. Keşke onlar hayattayken bileydim bu bilgiyi diye hayıflandım bile. Bana göre Türkiye'nin en büyük 2 sanatçısı olan bu insanlara zaten yeterli değeri verememiş gibi hissederken bir de bu durumun bu kadar geç ortaya çıkması daha da bir enteresan oldu. Bu arada bilmeyenler için bu ikilinin şu düetini de tavsiye ederim.

Suçu meçhul kriminal

24 Mart 2010 Çarşamba

Lise yılları. Ya 2. ya 3. sınıfta olduğum zamanlar. O zamanlar lise 4 diye birşey de yoktu, şimdi var ama galiba. Haşarılığın haylazlığın dibine vurulan türlü türlü yumurcaklığın ardı ardına sıralandığı vakitleri yaşıyorum yani kısacası. Hele bir de mevsim bahar civarı olmaya görsün. İnsanın ne derse giresi kalıyor ne de ders çalışası. "Bugün nasıl bir haylazlığa imzamızı atsak" diye okulda dolaşıyoruz adeta.

Bu dolaşmalar sırasında adeta haylazlık geldi beni buldu. Son derece sıkıcı ilk 2 derse girdikten sonra bize bir haber geldi ki bilmemkim hoca yokmuş diye. O gün de dersler şöyleydi: sıkıcı - sıkıcı - niteliksiz - niteliksiz - beden - beden - gereksiz - gereksiz. Bu niteliksiz dersin hocası da gelmeyince durum saçma bir hal aldı. Yani 4 saat boşluk sonra da gereksiz 2 saat ders kaldı. Hemen orada bir fikir teatisinde bulunup "la bu ders için bu kadar beklenmez yürüyelim gidelim evimize de öss'ye çalışa" (yalana gel) dedik arkadaşlarla. Çantaları da sırtlanıp gittik okulun yana doğru açılan büyük demir kapısının önüne. Bekçi ile yaklaşık bir 15 saniye bakıştıktan sonra bekçinin kaşlarını "olmaz" dermişcesine kaldırmasından sonra kapının hemen yanındaki duvara tırmanıp oradan atlayıp otobüs durağına doğru yürümeye başladık mağrur 3 genç olarak. İlerde isimler de lazım olacağı için benim dışımdaki 2 gence şimdilik x ve y isimlerini verelim.

Aynı haftanın cuma günü yine havada bir haylazlık kokusu. Yanımda oturan arkadaşla gergin gergin bu haylazlık nereden çıkacak acaba diye birbirimize bakıyoruz. O esnada kulağımıza bir duyum geliyor ki alıyor bizi bir endişe. Çıkışta törende uzun uzun konuşmalar yapılacakmış, birilerine ödül falan mı ne verilecekmiş. Biz durur muyuz tabi, durmayız. Hemen yine bir fikir teatisi ve aldığımız karar doğrultusunda zil çalar çalmaz sınıftan fırlıyoruz, okulun nispeten az kullanılan arka kapısından çıkıp bahçenin arka tarafındaki duvara tırmanıyoruz. Z isimli arkadaş duvardan atladıktan sonra ben de tam ona çantasını atarken yukarıdan "aferin aferin" diye bir ses duyuyorum. Kafamı kaldırmamla anlıyorum ki sınıftan çıktıktan sonra atılan depar müdür yardımcısını işkillendirdiği için üşenmemiş gelmiş camdan bize bakar olmuş. "Hocam ben bu saygısız arkadaşa yardım ediyordum" derken baktım hoca camdan kayboldu, tahminimce merdivenlerden alt katlara oradan da bahçeye gelmeyi hedefliyordu, ben de duvarın üzerinden boşluğa bırakıverdim kendimi.

Ertesi hafta pazartesi günü son derece uykulu ve yorgun bir günde sabahın ilk derslerinden birinde kapı açıldı. İçeriye tıknaz ve sevimsiz müdür yardımcısı girdi. Genellikle sakal kontrolü yapıp beni berbere göndermek için giren bu sevimsiz insanın suratındaki ciddi ifadeden bu sefer daha farklı bir durum olduğunu anlamıştım. Sınıftaki hocaya "Kusura bakmayın hocam" dedikten sonra sınıfa döndü "x, y, z, parahuman gelin benle yavrüm" dedikten sonra döndü arkasını kapıdan çıktı. Biz de başımıza gelecekleri tahmin ettiğimizden kelli endişeli adımlarla gravatları düzelterek peşine takıldı. Boş bir odaya girdik, önümüze birer kağıt elimize birer kağıt verdi ve çıktı dışarı. Kağıttaki yazıyı tam hatırlayamasam da yaklaşık olarak "ders saatleri dahilinde ya da okul faaliyetlerinin olduğu sırada izinsiz okuldan gidildiği için savunma yaz" gibi bir ibare vardı. İşte o anda x y ve z nin suratına baktım. Onlar çoktan harıl harıl yazmaya başlamışlardı. Gelin görün ki aldı beni bir düşünce. Aralarında iki suçu birden işleyen bir ben vardım. Beni hangi suçtan oraya oturttular onu da bilemiyordum. Birini savunup diğerini savunmasam diye düşündüm, o zaman da beni suçladıkları suçu savunmayıp diğerini savunmuş olursam durduk yerde diğer suçum da ortaya çıkacaktı. İkisini birden savunsam "oha hayvan çocuğa bak bir haftada 2 suça birden karışmış biz sadece birini biliyorduk oysa ki" diyebilirlerdi.

İşte tam o anda bu işin kurtuluşunun çirkeflikte olduğunu anlayıp çaldım kalemi kağıda. İki olayda da okulu suçlu çıkarmaya nasıl karar verdiğimi ben de bilemiyorum ama bunu başardım. İlk olay için "o gün ki aniden ortaya çıkan rahatsızlığım için izin kağıdı almaya gittiğimde ilgili müdür yardımcısının yerinde olmaması neticesinde mağdur olarak" diye yazmaya başlayınca ben de bir an kendime inanamamıştım. Ancak 2 suça birden de özür mahiyetinde bir savunma yazsam birinden ceza alacağım kesin gibiydi. Haliyle okula saydırmaya devam ettim ben de. "Cuma günki tören için ise sadece duvarın yanında görülmem ile bir müdür yardımcısı tarafından suçlu ilan edilmem ve orada infazımın gerçekleştirilerek diğer öğrenciler önünde bana söylenen haksız suçlayıcı cümleler beni derinden yaraladı ve üzdü" diye devam edince bir anda 2 müdür yardımcısını da yerin dibine sokmuş ben de kurtulmuş oldum diye düşündüm. Öyle de oldu. Dilekçemi okuyan kimse artık "bu cevval genci hiç başımıza bela etmeyelim de müdür yardımcılarının başı yanmasın" diye düşünmüş olsa gerek ki o savunma olayından da bir daha kimse birşey söylemedi.

Kıssadan hisseyi kaptın dimi sevgili okur. Haklı da olsan haksız da olsan mağdur olmamak için mümkün her açığı kullanarak sağa sola sataşmadan rahat edilemiyor yurdumun kurumlarında. Ben böyle yaptım rahat ettim en azından. Benim bir suçumdan başım ağrıyacağına ortamdaki olası birçok sorunu yazınca kimse bir daha benimle uğraşmadı.

Yetenek bu mu Türkiye? #2

22 Mart 2010 Pazartesi

Daha önce de malum yarışma ile ilgili yazdığım yazının ikincisini yazacağımı hiç tahmin etmiyordum açıkcası. Gelin görün ki bugün yarışmanın bittiğini görünce tekrar birşeyler yazayım dedim. Hatta en iyisi madde madde yazayım da okuması kolay olsun.

  • Türkiye'de bu tip yarışmalarda engelli ya da çocuk olunca sanırım baya bir avantajlı olunuyor. En sıradan işleri bile yapsa finallere falan kalınıyor.
  • Bir çocuk vardı ki unutamadım. Düğün piyanisti tadında, 50 yaşındaki bir emekli devlet dairesi memuru mimiklerine (yani neredeyse hiç) sahip, arabesk söyleyen ve ağlak suratlı bir çocuktu bu. Çocuk bile derken ellerim titredi adeta. Bu çocuk bile finale kaldıydı mesela.
  • Enteresandır ki onlarca ilüzyonistten bir tanesi bile finale kalamadı. İzlerken keyifliydi oysa ki. Ama her çocuğu finale almaktan ilüzyonistlere yer kalmadı.
  • Gurbetçi Türkçe'sinin ne kadar itici olduğunu bir kere daha gördüm bu yarışmada.
  • Bu arada şunu da anladım ki bu yarışma 15-20 sene önce yapılmış olsaydı baya bir Zeki Müren benzeri şarkı söyleyen insan olacakmış. Bugün bile birkaç böyle şarkı söyleyen insan olduydu.
  • Bu arada televizyonculuk açısından da zamanın ne kadar kötü kullanıldığını gördük. Programın başından sonuna kadar devamlı panik halinde reklama gitmeye çalışan bir Acun Ilıcalı kaldı sadece benim aklımda.
  • Şunu da gördük ki ülkede gerçekten bin çeşit insan varmış. Çalışınca her türlü enteresan yeteneğe sahip olabilecek DNA'lara sahipmişiz.
  • Programın en eğlenceli anları genellikle Acun Ilıcalı'nın Hülya Avşar'a söylediği alaycı cümlelerdi sanırım. Bu arada nedendir bilmem ama stüdyo dolusu seyirci de hep Acun'un tarafını tutuyor oluyordu gördüğüm kadarıyla.
  • Bu arada seneye program yine olacakmış sanırım. Çok isterim ki çoluk çocukların çok sıradışı birşey yapmadıkları sürece ilerleyen turlara kalmasın. Koca sahne anaokulu bahçesi gibi oluyor sanki bir anda.
  • En kötüsü de bütün yabancı isimleri de nasıl baltalayabildiğimizi gördüm. Beat box yapan adamlar vardı misal. Bizim halkımız o beat box'ı internet ortamına bigbak, bitbaks, bigbox, bitbok gibi farklı isimlerle taşıdı. Aynı şekilde popping isimli dansı da papi, popi, popik gibi farklı yeni isimlere büründürdüler.
  • Bir de şu dikkatimi çekti ki bazı gruplar 20-30 kişiyle katıldı yarışmaya. Öyle olunca birincilik ödülü de çok matah birşey olmuyor sanki. Adam başı 25 milyar falan düşerdi onlar kazansaydı.
  • Seneye programı çok merak ediyorum, bu seneki finalistleri taklit eden baya bir insan göreceğime eminim mesela. Ayrıca yarışma daha popüler olduğu için daha da enteresan tipler dökülecek yarışma ortamlarına. Yeter ki gözünden süt fışkırtmak gibi faydası, estetiği olmayan şeyleri yetenek sanıp da gelmesinler.

Şöyle böyle #31

18 Mart 2010 Perşembe

Hiç tırı vırı yapmadan direk konuya giriyorum. İşte son günlerin şöyle böyleleri.

  • Günün anlam ve önemine binaen Çanakkale Zaferi'nin en iyi şekilde anlaşılabilmesi için herkesi hayatında en az bir kez Çanakkale'ye gidip o ortamı görmesini tavsiye ederim. Ben çok ileri bir yaşta gittiğim için utanmıştım mesela.
  • Bugün için kar yağışlı diyen meteorolojiye burdan selamlarımı iletiyorum. Yandım kavruldum lan bütün gün vicdansızlar.
  • Bu arada neden soğuk hava dalgaları balkanlardan falan geliyor bizim ülkemize. Kendimiz bir soğuk hava dalgası bile üretemiyor muyuz? Bir kere de bir soğuk hava dalgasını biz üretelim de diğer ülkelere gönderelim mesela.
  • Bilmem dikkat ettiğiniz mi ama Türkçe'de gizli öznenin yanısıra bir de gizli ğ var sanki. Misal Ahmet ismi giderek Ağmet gibi okunuyor sanki. Misal kimisi de börek yerine böğrek diyor. Abartıp bövrek diyen bile gördüm ben mesela.
  • Türkiye'de bir evlat gidip de annesine "benliğimi arıyorum anne" dese "nerede çıkardıysan ordadır" gibi bir cevap alacakmış gibi geliyor bana hep nedense.
  • Bu arada az önce Aşk-ı Memnu dizini gördüğüm sırada bir de ne duyayım. Behlül karakteri okula giden birisiymiş meğerse. Dizide ne zaman görsem bir şeytanlık tavşanlık peşine olan bu tip nası okuyor anlamadım. Ben gecemi gündüzüme katıp çalışıyorum, derslere giriyorum da hata mı ediyorum?
  • Bir de yeni başlayan Türk Malı diye bir dizi gördüm. Dizinin ismi Türk Malı da şarkısı rap. Nasıl oluyor o iş diye de sormadan edemedim? "Türk malı ho Türk malı hey" diye şarkı söyleyince olmamış tabi.
  • Bu arada Türk Malı diyerek başroldeki elemanı mı kastediyor acaba diye de düşünmedim değil.
  • Sadece bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama sanki okullara giren her yeni nesil daha bir çalışkan gibi geliyor bana. Baya baya tenefüste falan ders çalışan insanlar görmeye başlayıp yadırgıyoruz okulda. Fotokopicinin önündeki kuyruk da her geçen yıl biraz daha uzamakta sanki.

Şöyle böyle #30

16 Mart 2010 Salı

Hey gidi hey sevgili okurlar göz açıp kapayıncaya kadar gelmişiz 30. şöyle böyle yazısına. Aslında göz açıp kapayıncaya kadar falan değil, koca bir sene oldu nerdeyse. İşte huzurlarınızda son günlerde gözüme çarpan enteresan hadiseler.

  • Çocukken falan futbol maçı yapılırken (özellikle okulda) sınıfın kızları genelde "onlar kazma, moralini bozma" şeklinde bir tezahürat yapardı. Bu daha beter bir ruh haline sokmaz mı insanı. 1-0 gerideyken mesela "ulan bu kazmalara bile yeniliyoruz, ne biçim insanlarız biz" demez mi oynayan kişi.
  • Doktorların falan kullandığı (doktordan başkası kullansa ciddiye almam aslında) bir tabir var "tuvalete çıkabiliyor musunuz?" diye. Her hastalarına da sorarlar bunu. Peki bu tuvaleti yüceltme durumu neden? Çıkmaktan kasıt nedir? Alt tarafı boşaltım yapacağız diye ne bu nirvana muamelesi.
  • Türkçe'de çok tartışma konusu olan inceltme işaretleri vardır, şapkalı a falan denir hatta. Ben bu şapka işaretinin olabiliyorsa "L" harfine de gerekli durumlarda eklenmesini isterim. Misal Haluk ismini bu inceltme olayı olmadan okuyunca çok sevimsiz oluyor.
  • Ayıptır söylemesi lise hayatım boyunca 4 sene (biri hazırlık olmak üzere) Fransızca okudum, ancak şu yaşıma gelmiş halimle anlayabildiğim tek Fransızca konuşma Aşk-ı Memnu Fransızcası nedense. O dizide de neden Fransızca konuşurlar anlamam. Ama kanalları değiştirirken Fransızcayı duyup anladıkça inceden bir gururlanma durumu da olmuyor değil.
  • Şu televizyondaki gurme tandanslı programlar ne acımasız öyle arkadaş. Gecenin bir körü aç aç bilgisayarın karşısında oturmuş yan gözle televizyona bakarken ben adam löp löp götürüyor kebapları suşileri. Bir de övmelere doyamıyor yedikçe. "Vay efendim şöyle güzel pişirmişsiniz aman efendim böyle güzel düşünmüşsünüz" dedikçe benim de karnım gur gur ötüyor ekran karşısında.
  • Sanmıyorum ki bu ülkede çocuk olmuş birisi kek hamuru yememiş olsun.
  • Eğer ki bilmediğiniz bir semtteyseniz ve acilen internete erişmeniz gerekiyorsa hemen semtteki iki tane liseyi gözünüze kestirin ve bu iki lise arasında kalan bölgeyi tarayın.

Şöyle böyle #29 (ÖSS Özel)

14 Mart 2010 Pazar

İşte Parahumanbeing'den dev bir hizmet daha. ÖSS'nin üzerindeki o sis perdesini aralıyoruz. Şaka bir yana en son 6 sene evel girmiş olduğum ve bir kere girmekle yetindiğim bir sınavdı bu ÖSS, ama gördüm ki liseden bir sınıf arkadaşım okuduğu okulda pek bir başarı gösteremeyince tekrar bu sınava girme kararı almış. Ben de bir şekilde yurdum gençlerinin hayatında önemli bir yer tutan bu sınav hakkında bir şöyle böyle yazısı yazayım dedim.

  • ÖSS diyince aklıma gelen ilk şey o optik okuyuculara özel kağıtlardır. Yuvarlakların içi karalanır falan hani. Sınav telaşıyla karalarken bir de paranoya yapılır acaba optik arkadaş bunu okuyabilir mi diye.
  • Optik okuyucuyu da ilk duyduğumda şişe dibi gözlüklü ve adı optik olan bir okuyucu geldiydi. Sonra da bu tabiri her duyduğumda sinirim bozuldu.
  • Bir de bazı insanlar o optik cevap kağıdına sınavı bitirdikten sonra işaretlemeye başlayanlar vardı. La öyle büyük gerilim olur mu. Ben ÖSS'ye girdiğimde yanımda oturan adam böyle yapıyordu, adamın o boş cevap kağıdını gördükçe ben gerildim sınavda.
  • ÖSS'ye girilen sınıflar son derece rahatsız olur. Sıralar ilkokul sırası olur sığılmaz. Sıraların üstüne de birşey kazılmış olur. O kutucukları doldururken kalemin ucu o kazıntı yerlere giricek de kağıdı yırtacak diye çok gerilinir.
  • ÖSS'ye girerken bir de kapıdaki o polisiye arama ortamı da ne gerilimli bir durumdur. Bırakın hocalar falan arasın. Ak sakallı dedeler baksın hatta kapıda kimliklere, her geçene de "sen istediğin yeri kazanacaksın evladım" desin. Ak sakallı dede gazıyla girilsin sınava.
  • Sınava girerken 3-4 gofret 5-6 civarında da farklı şeker ve bir litrelik suyla gireni gördüm. Adam kafetarya işletiyor gibi dizdiydi bunları sıranın üzerine. Sınavın ilk bir saatinde hiçbirine dokunmamıştı bunların. Sonra da bir anda hepsini yemişti aceleyle.
  • Sınava ailecek gelenler olurdu bir de. Bazılarında da "bu çocuk zaten bir yeri kazanamayacak bari biz oturalım okulun bahçesinde fırsattan istifade piknik yapmış oluruz" der gibi bir ifade olurdu. İdeali arabayı çarpmadan kullanabilecek en şoför akraba ile gitmektir.
  • Dershane de saçma bir ortamdır. Hele o öğrenci başarısına göre öğrencileri sınıflara yerleştirmeleri bambaşka bir sevimsiz durum. İnsanı arkadaşından ahbabından ayırır bu durum. Belki de amaç budur. Ha şimdi anladım sanırım. Amaç buymuş meğer.
  • Test kitaplarının da ortak özelliği çok kolaydan başlayıp imkansıza gitmeleridir. "Tse ben bu test kitabını 1 haftada bitiririm aga" diye başlayan nice genç yiğit 20. sayfaya gelmeden yılmıştır. İddia ederim ki Türkiye'deki test kitaplarına bakılsa %87.24'ünün sadece ilk 20 sayfası çözülüdür.
  • Bir de o test mevzusu da giderek sevimsizleşmişti. ÖSS'yi hazırlayan koskoca TÜBİTAK'lı falan amcalar adam gibi "hangisidir" diye biten bir soru hazırlayamıyor da "yukardakilerden hangisinin doğru olması durumunun yanlış olduğunu söylersek hata yapmamış oluruz" gibi enteresan kalıplara başvuruyor.
  • Lise 2'de (bizim zamanımızda lise 3'te biterdi mevzu şimdi nasıl oldu bilemiyorum) her tenefüs harıl harıl maç yapılan insanların bir kısmının lise 3. sınıfta bir anda tenefüste testlere gömülmesi de çok sevimsiz bir durum.
  • Bu arada ÖSS'den sonraki 1 aylık süreç de evdeki ebeveynlerin "ulan bu çocuğu fırçalasam mı iyi mi davransam acaba, çok kazanmış gibi de görünmüyor ama belki kazara yapmıştır birşeyler" diye ikilemlerde kaldığı bir süreçtir.
  • En keyif kaçıran bir süreç de dershane ve okuldaki sınıf arkadaşlarıyla girilen "sen nereyi kazandın" muhabbetidir. Ben de bu durumdan sıkılında "esas o üniversite beni kazandı" demeyi tercih ettiydim.
  • Her konuya karışan dershane danışmanlarından da kurtulmanın yolunu bulana evimin anahtarını veririm. Okuldan sonra maç yapalım dersin kale direğinin arkasından çıkar, iki dürüm yiyelim dersin turşu kavanozundan çıkar, arkadaşlarla okey oynayalım dersin masanın altından çıkar. Bir de "bugün neden 2000 soru eksik çözdün" gibi imkansızı isterler.
  • Bir gün de dershanenin en üst sınıfındaki insanlarla muhabbet etmiştim nedense. Adamlar (adamlar diyorum çünkü FEM'e gittiğim için koskoca dershanede 5 tane falan kız vardı onlara da senede bir kere falan denk geliniyordu) ciddi ciddi gün içinde tuvalette ve yemekte harcadıkları vakitleri düşünüp, o vakitleri nasıl ÖSS'ye faydalı bir şekilde kullanabileceklerini tartışıyorlardı. Varmış yani öyle insanlar da.
  • Bir gün de dershanenin en alt sınıfında bir derse girmiştim (hatta bunu daha önce de blogumda anlatmıştım) nedense. O sınıfta da eksi net yapan adamlar vardı yav. Adamın sayısal neti -4'tü mesela. Bu adamlar bence yanlışın doğruyu götürmesinden muaf olmalı. Yerin dibine geçmiş zaten daha ne götürsün yanlışlar garibim adamın bir tutam yanlışını.
  • Bu arada sınav sırasında dikkat dağıtan gözetmen sorunu da vardır kimi sınıflarda. O gözetmene pis bakışlar atınca kıl olup daha da abartabilir ya da biraz insansa daha efendi olabilir. Ben nedense hep bu ikilimde pis bakışlar atmayı tercih ettim.
  • Bu arada en büyük fobim de sınav esnasında bir öğrencinin (özellikle arkamda oturanın) heyecandan sabah ailesi tarafından hunharca yedirilen kahvaltıyı kusmasıdır. Sınav ortamında yerde sucuklu yumurta dururken ve o sabah sıcağında kokarken (hele bir de insanın arka sırasındaysa bu) ne yaşama sevinci kalır ne ÖSS dirayeti.

Türkler ne arar #5

11 Mart 2010 Perşembe

Kaç zamandır bakmıyordum bu Google aramalarına, moralim bozulmasın diye. Az önce daha fazla sabredemedim bakayım bir hele dedim. Demez olaydım. Yine birbirinden enteresan aramalar birikmiş güzelim blogumun internet yollarında.

11818 ahmet denız elazığli: Bu güzel vatandaşımız televizyondaki 118 reklamını yanlış anlayıp numara arama işlemini internetten yapmış. Bir de şu durum dikkatimden kaçmadı ki her yerde "ı" harfini kullanmış. Baştan acıyacaktım "klavyesine i tuşu alacak para bulamamıştır belki" diye en sondaki ve "ı" olması gereken yerdeki "i"yi görünce bu hissiyatım da kaçtı.

baki prensese yedi cüceler: Benim bildiğim bu prensesin pamuk olması gerekiyordu ama yurdum insanı demek ki kotonla orlonla uğraşmak yerine prensesi baki yapmaya karar vermiş. Baki'nin de bir erkek ismi olması beni derinden yaraladı. Ayrıca bir de sipariş verir gibi olmuş bu. "Çek ordan baki prensese yedi cüceler" der gibi birşeyi çağrıştırdı bana.

bilardo yeri açsam para kazanabilirmiyim: Bu sorunun muhattabı olmak beni son derece onore etti sevgili Google aramacısı. Ayrıca madem benim blogumdan fikir aldın ben de %50 indirim beklerim bu bilardo yerinde şimdiden bildireyim. Ayrıca burdan herkese şunu söylemek isterim ki bilardo oynarken teoride ince görürüm pratikte çuhayı yırtarım.

bilgisayar mühendisiyim: Ben de adayıyım sevgili aramacı. Ama bunu Google'lara sorup benim bloguma neden geldin bilmiyorum. Eğer ne yapacağını bilmiyorsan söyleyeyim, MSN'e gir, internette dolaş bol bol, ayrıca toplum içinde mühendis olduğun belli olsun istiyorsan enteresan bir sakal bırak saçları da ıspanak şeklinde uzat.

bkm mutfak skeç sözleri karşılıklı birebir: Bari skeçin ismini de yazsaydın sevgili okur da dinliyip dinliyip yazsaydım senin bu güzel aramana karşılık. Bizde okur memnuniyeti en önemli hadisedir.

dirk nowitzki hayatımda gördüğüm en zeki oyuncu: İlk defa bir Google araması ile polemiğe girmek üzereyim. Hatta giriyorum. Söz konusu zeka olunca Paul Pierce'ın eline su dökemez kimse. Ayrıca sırf bu görüşünü tüm dünyaya duyurmak için Google'da bunu aramak da çok enteresan bir fikir.

dunya konuşan yetenek sizsiniz: Böyle birşey nasıl olur aklım ermedi benim de ancak eğer olursa o yarışmayı kazanma konusunda bir numaralı adaydır. Dünya konuşan ne demektir ki acaba?

elektrik idaresi ersin karabulut adres: Burdan sevgili karikatürist Ersin Karabulut'a sesleniyorum. Ersinciğim birileri senin adresini bulmak için elektrik idaresini aramayı bile göze almış ama bula bula benim blogumu bulmuş. Ben vazifemi yapıp uyarıyorum seni. Sen de gerekli önlemlerini al. Bu kadar adresini merak etmişlerse artık evini bulduklarında ne yaparlar var orasını da sen düşün.

facebook pokerde param bıttı ne yapcam: Keşke paranın bir kısmıyla ev falan alsaydın sevgili arayıcı. Kiraya verip onun kirasıyla gül gibi geçinirdin şimdi. Yahu sevgili arayıcı adı üstünde poker bu, tabi bitecek paran. Ya ne olacaktı?

facebookta kim sayfana girmiş: Burda dikkat çekmek istediğim bir husus var sevgili okurlar. Adam kendi sayfasına girenleri de değil, benim sayfama girenleri merak etmiş sanki. Yoksa niye "sayfana" diye yazıp arasın Google'da. Sen derken kimi kastettiğini bilemiyoruz ama ben üstüme alındım nedense.

gelecekten gelen insanlar: Böyle birilerinin olduğundan o kadar emin ki bu sevgili arayıcı çoğul arayabilmiş. Bir değil iki değil demek ki bu gelecekten gelenler, bu arayanın da canına tak etmiş, "ulan şu Google'a sorayım da bu gelecekten gelenleri kim oldukları çıksın ortaya, yeter canıma tak etti artık" demiş herhalde. Gel gör ki netice olarak benim blogu bulmuş.

halay kanali-gelecekle ilgili programin tekrari 12 subat 2010 . 12.subat: İşte son ayların en bomba araması budur bence. Madem aradığın şey halay kanalı bre arayıcı, geleceği geçmişi mi var bu işin. 12 şubat olunca dünyadaki insanlar daha bir farklı mı halay çekiyor sanki. Bir de programı izlediği yetmemiş tekrarını istiyor. Nasıl bir halay çektilerse artık.

hasarlı arabadan para kazanabilirmiyim: Bayılıyorum bizim insanın bu girişimci ruhuna. Kazanırsın tabi sevgili Google arayıcısı neden kazanamayasın. Satarsın bir hurdacıya olur. Ya da tamir ettirip satarsın. O da olmadı "hasarlı arabadan para kazanmanın incelikleri" diye bir kitap yazarsın, bu ülkede senin gibi insanlar olduğu sürece o kitaptan da baya bir para kazanırsın.

jeef hardy geri düdü fox ta değil: Okudukça sinirim bozuluyor bunu sevgili okur. Bir insan nası geri düder. Geri düdmek nedir?

kurtalan kaçak bahisçileri: Yahu yapmayın etmeyin, şer amaçlı suç odağına çevirdiniz güzelim blogumu. Bahisin bile kaçağındasınız göçeğindesiniz sevgili vatandaşlarım yapmayın bu kadar da.

nasıl kolay para kazanırım: Ben bunu arayan adama daha da birşey demem.

sayısal loto tahmin cetvelleri: İşte şimdi biraz kafam karıştı sevgili okur. Sayısal loto'yu nasıl tahmin edebilir ki bir insan. Hadi bir insanı da geçtim, bir cetvel nasıl tahmin ediyor bunu. Bunu bulan olursa bana da yollasın.

smackdown oyuncularının sevgililerini öperken: Hay şu amerikan güreşçilerini bloguma bulaştırmaz olaydım. Güreştikleri tepiştikleri yetmedi bir de sevgilisini öpmeleri olay oldu. Olay olması da yetmedi de internette aranır oldu.

takma soyatlar: Benim bildiğim bir tek takma isim olur ona da lakap denir. Bütün bir aileye bir lakap takılacağı zaman ona da takma soyat mı deniyor acaba?

uçak al: Başüstüne.

zeki dozer sima oyunlu: Bu bir isim mi ki acaba? İsimse endişe duyarım değilse daha beter endişe duyarım ne olabilir ki bu acaba diye.

şimdiki gençlik tırt: Bunu söyleyen kim ise yanıma alacağım bir grup şimdiki genç ile taksim meydanında gecenin ilerleyen bir saatlerinde ağırlamak isteyebilirim.

Şöyle böyle #28

9 Mart 2010 Salı

Sizlere dağbaşındaki evimin karla karışık yağışlı manzarasına göz ucuyla bakarak yazıyorum bu yazısı sevgili okur. Evet cümleye de çoğul başlayıp tekil bitirdiğimin farkındayım, hata buldum diye sevinmiştin oysa ki değil mi. Neyse yine fazla uzatmadan uzun bir aradan sonra tekrar aklıma takılan şöyle böylelerle karşınızdayım.

  • Geçen gün televizyonda dünya kadınlar günü ile ilgili bir tartışma gördüm. İsmine karar verememiş bizim kadınlarımız. Birileri kadınlar günü olsun birileri bayanlar günü olsun diye tutuşmuşlar. Ben de bir an içimden "önce ismine karar vereydiniz de sonra gününü kutlasaydık" diye geçirmedim değil açıkcası.
  • Bugün dikkat ettim de bir iskelenin önünde falan birini bekleyen insanlar arasında gizliden gizliye bir dayanışma bir birliktelik oluyor sanki. Aralarından birinin beklediği kişi gelip onlar uzaklaşırken arkalarından hüzünleniyor diğer bekleyenler sanki. Birini bekliyor olmanın verdiği enteresan ruh halinin neticeleridir bunlar belki de.
  • Bugün de iskelede beklerken yurdum insanının promosyon sevgisini gördüm bir kere daha. Bardakta hazır çorba dağıtan birkaç ufak araç geldi. İnsanlar etrafını sardı tabi hemen aldılar çorbalarını gittiler. Enteresan olan ise kimileri de çorbanın maskotuyla resim çektiler.
  • Benim için en sinir bozucu olan şey bir makinanın benimle konuşmasıdır. Bugün maalesef vapura binme süreci öncesindeki otomatik akbil doldurma aletleriyle bu durumu yaşadım. Makina dediğin dızt bızt diye ses çıkarır. Bu makinalar emir veriyor baya.
  • Yine bugün iskelede beklerken hunharca esen rüzgara karşı biraz daha dirençli olabilmek adına seyyar bir bereciyi gözüme kestirmiştim. Uzaktan ince ince bereleri süzerken satıcının bir laf etmesini benim de isteksiz adımlar ile yaklaşıp beğenmeyen tavırlar ile bereyi inceleyerek fiyat kırma planım hızlı adımlarla yaklaşan zabıtalar tarafından suya düşürüldü. Sonrasında da karşıma başka hiçbir seyyar bereci çıkmaması neticesinde bütün günü kafa bölgemde üşümeye bağlı ağrılar ile geçirmeme sebep oldu.
  • Şöyle ilginç bir tespitim daha oldu bugün bu deniz taşıma araçlarını kullanırken. İskelenin kapısında beklerken ve o esnada vapurdan inen insanlara bakarken o bekleyenlerde büyük bir nefret oluyor sanki. İnenlerin hepsi bir anda inebilse daha erken girip oturacaklarını düşündüğü için sanki.
  • Vapur yanaşırken atlayan insanları da anlamıyorum bazen. Bir insanın hayatında birkaç dakikalık gecikmeyi kaldıramayacak kadar önemli ne olabilir ki böyle aksiyonlara giriyorlar bu gibi durumlarda diye düşünmeden edemiyorum.
  • Son olarak da vapur yanaşında iskele ve vapur arasına üstüne basıp geçmelik bir tahta konuluyor ya. Eğer o tahtanın iskele tarafındaki tam ucuna basarsanız ve diğer uçta kimse yoksa o tahtanın diğer ucu havalanır işte. O çok fena bir hissiyattır.

Şöyle böyle #27

4 Mart 2010 Perşembe

Her geçen okula kayıt olamadığım gün ruhumdan birşeyler eksiliyor sevgili okur. Ne yönetmelik var ne kural, herşey soru cevapla çözüldüğü için basit bir kayıt işlemi de bir ay sürüyor neredeyse. Neyse daha fazla dertlerimle kafanızı şişirmeden başlıyayım bu yazımın tesbitlerine.

  • Belki dikkatinizi çekmiştir, Amerika'da falan Amanda diye bir isim var. Kimbilir oralarda ne güzel isimdir ama bana hep "aman da aman" tabirini çağrıştırdığı için görzümdeki karizması sıfırdır bu ismin.
  • Bazen İstanbul'un çok uzak bir köşesindeyken ve akşam oluyorsa aklıma bir cin fikir gelir hemen. Kendi kendime derim ki "girsem şu kargo şubesine, bir güzel koliletsem kendimi, yanımada bir paket çekirdek bir el feneri bir dergi alsam, ertesi öğlene kadar da uyuya uyuya gitsem", böyle bakınca size de mantıklı gelmiştir belki. 5-10 kilo bir adam olsam bunu yapardım da devasa kütlem yüzünden bu kargoyu alan olmaz ben de ortalıklarda koliyle oradan oraya savurulup perişan olurum diye yapamıyorum.
  • Bazen çok kalabalık bir otobüse son binen olmak güzel olabiliyor. Kapıya yaslanıp giderken şoföre ürkek bakışlar atarım devamlı acaba benim yaslandığım o güzelim kapıyı açıp beni yeni yolcularla muhatap edecek mi diye.
  • Şunu da söylemeden geçemeyeceğim sanırım, şehiriçi otobüsler ile seyahat etmenin en güzel yolu ilk durakta binip son durakta inmektir. Okulumun eski kampüsüne giderken 1.5 saatlik o otobüs yolculuğunda kuş tüyü yatakta uyuyamadığım kadar rahat uyuduğumu bilirim. Hele bir de kış günü yapılıyor ise bu yolculuk kolları önde bağdaştırıp kafamı devasa montumun içine çekip adeta kabuğuma çekilir öyle uyurum ikarus marka otobüslerde.
  • Şarap eksperliği diye meslek var ya, ne güzel birşey o. Hem istediğin gibi en kralından şarapları içiyorsun, üstüne bir de para veriyorlar.
  • Eski bir Türk Filmi'nde geçen "Eski katakullicilerden Hıfzı Baba" karakteri tüm sinema tarihindeki favori karakterimdir.
  • Az önce şöyle bir karar aldım ki olur da ilerde dünyaca ünlü bir yönetmen falan olursam filmlerimi Türkiye'de televizyonlarda izlettirtmem. Dublaj yapıcaz diye içine ediyorlar güzelim filmlerin, milyar dolarlık bir film alay konusu oluyor bir anda. Bunun için mi çektim ben güzelim filmi peki? Hayır.
  • Son olarak da yakın dönemde izlediğim Kyle XY isimli diziyi tavsiye ederim hepinize. Gizemli bir şekilde ortaya çıkan ve geçmişini hatırlamayan sıradışı yetenekli bir gencin sosyal hayata ve günlük yaşama uyum sağlama çalışmaları anlatılıyor. Yakın dönem klasik Amerikan dizilerinin kalitelisi gibi yani kısacası.

Büyük umutlar

3 Mart 2010 Çarşamba

Yıllar yıllar evel yurdumdaki her gencin kabusu olan benim de başıma dert olunca ben de birçok insan gibi dershane denen o enteresan yere girmiş bulundum. O zamanlar ümit vaadeden bir öğrenci olduğum için sıralamalarda üst sıralardan bir sınıfta yer edinmiş neşeli neşeli o test senin bu deneme sınavı benim uğraşıyordum. Biyolojide ki bir konuyla ilgili çıkan soruların çoğunu da yanlış yapınca bana danışman olmayı kendine iş edinmiş olan hoca "sen bu dersi haftaiçi bir sınıfla gir tekrar dinle" diye telkinde bulununca ben de kendisini kırmamak için hayhay diyerek haftaiçi girmeye karar verdim. Şunu da vurgulamakta fayda var ki haftaiçi derse girenler birkaç kere ÖSS'ye girip kazanamamış insanlardan kurulur. Ayrıca yaklaşık 15 kademe olan ve başarıya göre belirlenen bir sınıf sisteminde benim o gün dahil olduğum sınıf 13. kademe falandı. Yani 180 sorudan 4-5 net yapan öğrencilerdi çoğu.

Derse girip orta sıralardan birine kurulup dersi dinledim. Sonrasında da hem yaklaşan ÖSS tarihi dolayısıyla öğrencileri ümitlendirmek hem de sınıfın amacını anlamak adına tek tek öğrencilere hedeflerindeki bölümü sormaya başladı. Birçok kişiden "kısmet" "hayırlısı" gibi cevaplar duyduktan sonra sıra önümde oturan kara kuru kavruk birine geldi. Hoca ona gelip "sen ne düşünüyorsun" diye sorunca büyük bir kararlılıkla "ODTÜ tıp" dedi. O anki hocanın suratını da unutamıyorum. Şimdi düşününce insanın kendine büyük bir hedef belirlemesi kötü birşey değil. Ama bir de göz var izan var. ODTÜ'nün her bölümüne girebilmek için 350 falan civarında bir puan yapmak lazımdı o zamanlarda. Bu vatandaşın ise 200'ü görebildiğinden bile emin değilim. Kaldı ki bir de şu var ODTÜ tıp olsa 370 puan falan olurdu, olurdu diyorum çünkü ODTÜ'de bilindiği üzere tıp bölümü yok. Bu adam kendini gaza getirmek için herhalde aklına gelen en abartılı kombinasyonu söylediydi ODTÜ tıp diye ama insan kendisine yalandan da olsa bir hedef belirlerken biraz araştırmaz mı öncesinde. Sınıfta bu durumu sanıyorum ki ben ve hocadan başka farkeden de olmadıydı işin kötü tarafı.

Vladimir - Sergei Mektuplaşmaları - 4

2 Mart 2010 Salı

Sevgili dostum Sergei
Artık size bile sinirlenemiyorum sevgili Sergei. Odama girdiğimde postacının bırakmış olduğu ve üzerinde sizin imzanız olan o haki renkli zarfı görünce eskiden dişlerimi gıcırdatırken artık tebessüm etmekle yetiniyorum. Moskovanın gri sokaklarındaki karlar bile artık gözüme daha beyaz görünüyor, ağaçlar daha güçlü, insanlar daha mutlu ve hatta hayvanlar bile daha bahtiyar. İnanması belki de size de güç geliyordur ama dünyada o kadar güzel varlıklar varmış ki artık size bile sinirlenemiyorum. Evet doğru tahmin ettin sevgili Sergei söz konusu güzel varlık size de daha önce bahsetmiş olduğum üst kat komşum. Sizden farklı olarak, siz dağ başında ağaçlarla hayvanlarla muhatap olurken ben Moskova'da gerçek bir insan gibi diğer gerçek insanlarla sosyalleşiyordum. Sayın üst kat komşum olan Nadya hanım ile nicedir beklediğim fırsatı yakalayarak merdivenlerde karşılaşma fırsatını yakalayabildim. Gelin görün ki hayatıma girmenizden itibaren hiçbir işimin rast gitmemesi gibi o karşılaşma da beklediğim gibi olmadı. Nadya hanımın kapısının açılmasını saatlerce bekledikten sonra duyduğum o derinden ve melodik kapı gıcırtısı ile evimden fırlayarak merdivenlerde karşılaşma ümidi ile merdivenlerden hızlıca yukarı çıkarken Nadya hanımın da beyaz zarif elbisesinin içerisinde adeta bir kuğu gibi merdivenlerden aşağıya, bana doğru süzüldüğünü gördüm. O esnada Nadya hanım komşuluk nezaket kuralları çerçevesinde zarifçe kafası ile selam verirken merdivenleri hızlıca fırlamış olmanın verdiği nefes kesintisi ve bu selamın bende uyandırdığı o neşe patlaması ile aşırı bir hareket ile sırıtırken istemsiz bir "hıh" sesi çıkararak bu zarif hanımefendinin bir anlık şaşkınlıkla karışık ürkek bakışlarına nail oldum. Ancak bu ses aslında devamında gelecek felaketin habercisi gibiydi. O esnada merdivenlerde dengemi kaybetmek korkusu ile trabzanlara sıkı sıkı yapışmışken akciğerlerime aniden doldurduğum Moskova'nın o soğuk havası malesef bir hapşırık olarak solunum yollarımı terketti. Sadece birkaç saniye önce akciğerlerimi ziyaret eden Moskova havası çıkmış olsa çok sevinecektim, gelin görün ki o anda trabzana yapışmış olmanın getirdiği elimi kolumu kullanamama durumum ile ne yazık ki ağzımı kapatamamamla ağzımdan fırlayan o bir parça, şuan burada adlandırmak istemediğim, sıvıya da mani olamadım. Zamanında adeta donduğu o anlarda o sıvı parçasının güneş ışınlarını dağıtarak merdivenlerden yukarı doğru olan yolculuğunu korkulu gözlerle izledim, korkarım ki o sırada Nadya hanım da bu sevimsiz ve yersiz sıvının bu yolculuğunu benzer bakışlarla izlemekteydi. O anda bütün dualarım kabul oldu ve bu yersiz sıvının yolculuğu Nadya hanımın elbisesinde ya da daha kötüsü o ipeksi cildi yerine zarif ayaklarının birkaç santim ilerisinde, yaşadığım apartmanın o gri basamağında son buldu. O anda yüzümün adeta bir pancar gibi kızardığından emin olarak, ürkek ve utangaç bakışlarla kafamı kaldırıp Nadya hanıma bakmaya niyet ettim. Ancak adeta beyaz bir güvercin kanadı gibi görünen bir elin geniş siperliği olan süslü bir şapkayı indirmesinin son anlarını görebildim. O aciz ruh halim ile trabzanlara 2 elimle yapışmış haldeyken kıpırdayamazken, o şapkanın altındaki ince zarif ve beyaz yüzün tiksinti ile buruşmuş mu yoksa güzelliği karşısında düştüğüm bu şaşkın duruma tebessüm etmiş mi olduğunu merak ederek kaldım. Hızlıca ve o sevimsiz sıvı parçasına basmamaya özen göstererek, ki bu hareketiyle o sevimsiz sıvıyı görmezlikten gelmeyeceğini kanıtlayarak, hızlı ve sessiz adımlarla süzülüp giderken ben ise trabzanları sıkı sıkı tutmaktan eklem yerleri beyazlaşmış ve terleyen ellerime lanet ediyordum. Bunca şeyi size anlatmamım bir sebebi var sevgili Sergei, birincisi hayatımda ne kadar saçmalasam da sizin kadar düşük bir seviyeye ulaşamayacağımı bilmek. İkincisi ise övünç ile bahsettiğiniz o edebi yeteneklerinizi kullanmak ve bu sebepsiz ve uzun ömrünüzde ilk defa elinize geçen bir işe yarama fırsatını yakalamış olmanız. Bu nahoş olayı unutturabilmek için bir dahaki planlı tesadüfi merdiven karşılaşmamızda Nadya hanımefendiye verip gönlünü almak için bana yazıp yollayacağınız bir şiir ile içinde yaşamış olduğunuz bu dünyaya belki de ilk somut katkınızı yapacaksınız. Aksi taktirde ise beni yine hiç şaşırtmamış olacak ve niteliksiz yaşamınıza günler eklemeye devam edeceksiniz.
Cevabınızı ve ekteki göndereceğiniz şiiri merakla ve heyecanla beklediğimi bilmenizi isterim.
Vladimir

Aziz dostum Vladimir
Bilmenizi isterim ki mektubunuzu kahkahalar eşliğinde okudum. Sonra sizin bile bu kadar eblehçe hareket edemeyeceğinizi düşünerek bir daha okudum, doğruluğundan emin olabilmek adına. Mektubu ikinci okuyuşumdan sonra gerçekten bu kadar ahmak olduğunuzu görerek yaklaşık 4-5 saniye kadar sizin adınıza üzüldükten sonra tekrar katılarak gülmeye devam ettim. Size daha önce yaptığımda bozulduğunuz hayvan benzetmelerine kendiniz bir yenisini ekleyerek benim gözümde artık bir lama (siz her ne kadar bu hayvanın ismini ilk defa duyuyorsanız da) da oldunuz. Ayrıca şunu da açıkca belirtmekte fayda görüyorum ki kendisinden daha önce de bahsetmiş olduğunuz Nadya hanım sizin bir meczup olduğunuzu düşünüyordur. Hatta tahmin ediyorum ki bundan sonra merdivenlerde sizinle karşılaşmamak için çok daha sessiz hareket edecektir. Açıkcası ben de merdivenlerden inerken sizin gibi özgüven problemi olan, merdivenlerden koşarak çıkan (ki Nadya hanım evinizin alt katta olduğunu biliyorsa sizin bu yukarı çıkma eyleminize de şüphe ile yaklaşmıştır eminim), trabzanlara can simiti gibi sıkı sıkı sarılan, önce komik bir mimik yapıp sonra istemdışı sıvı partikülleri fışkırtan birisi görsem bir dahaki münasebetim balta ya da münasip bir sopa ile olurdu diye tahmin ediyorum. Ayrıca kendi yaşadığınız sosyal hayatı övmenizi okurken de dün tanıştığım bir ağacın sizden çok daha mantıklı davrandığını bilmenizi isterim. Ben sizin gibi şehirde yaşayıp her güzel bir hanımefendi gördüğüde türlü vücut salgıları fırlatan insanlar olduğu için bu asosyal hayatı tercih ediyorum zaten. Son olarak bu kadar rica etmiş olduğunuz için Nadya hanıma iletmeniz dileği ile bir dörtlük yazıp zarfa koyuyorum.
Dörtlüğü en kısa zamanda Nadya hanımefendiye vermeniz dileğimle.
Sergei

Moskova'nın bol olur hödüğü
Etrafına çok saçar tükrüğü
Rahat bir hayat sürmek isterseniz eğer
Görmezden gelin bu şiiri veren güdüğü

Şöyle böyle #26

1 Mart 2010 Pazartesi

Bilmem inanır mısın sevgili okur ama ben henüz okula kayıt olabilmiş değilim. Burdan ÖSS'ye girecek olanlara da şunu tavsiye ediyorum ki kuralı yönetmeliği belli bir okula girin. Benimki gibi herkesin kafasına göre birşey söylediği bir okula girerseniz başınız ağrır.

  • Ne zaman sokaktayken gözüme almak istediğim birşey çarptığında paramın yetmediğini biliyorsam, hemen cebimdeki kağıt paraları çıkarır seri numaralarına bakarım. Seri numaraları A1 ile başlıyorsa koleksiyoncular için çok değerli birşey oluyor yüksek meblağlar ödeyebiliyorlar. Ben de bu umutla bakarım paralarıma, hemen gidip bir koleksiyoner bulup satabilip istediğim şeyi alabilecekmiş gibi.
  • Aikido bana çok yalan geliyor. Herif karşıdan öyle saldıracak da elini bükeceksin de yerlerde süründüreceksin de, ölme eşeğim ölme. Zaten Karagöz gibi komik bir tokat yumruk arası saldırılarından başka pek bir saldırı şekli de görmedim. Sokakta para isteyen bütün tinerciler öyle saldırıyormuş gibi sırf o saldırının savunmasına çalışıyorlar sanki.
  • Aikido gösterilerinde de hep bir kişi diğerini yerden yere vurur. Hep de farklı bir hareket ile yere çalar rakibini. Benim merak ettiğim o yerden yere vuran usta Aikido'cu rakibi kalkana kadar ne hissediyordur? Zaten saldıran düşeceğini bilerek saldırmış, bu da düşüreceğini bilerek hareketini yapmış. O ayağa kalkana kadar kendini çok birşey yapmış gibi hissediyor mudur acaba?
  • O değil de kaç bin yıllık Aikido sporunu da şurda blog yazıcam diye yerin dibine sokup çıkardım ya, daha da kimse durduramaz heralde beni.
  • Cenk Erdem diye iki insan var, radyoculardı sonra televizyona geçtiler falan. İşin enteresan tarafı adamlar benim lise hayatım boyunca yanımda oturan herifle yaptığım muhabbetleri birebir yaparak çok sağlam para kazanıyorlar. Özeniyorum lan adamlara. Bana sanki lise yıllarımda gelip deseler "gel bu muhabbetleri radyoda yap üstüne sana para verelim" diye kabul etmiycek miydim, ederdim. Ama işte bu hayatta güzel icat ettiğim ne olduysa biri benden önce yapmış meğer hep.
  • Tuttuğu futbol takımı yenilince MSN'e girmeyen insanlar var. Ciddi ciddi dikkat ettim ben buna. Takımı yenilince kayboluyor MSN ortamlarından dağ gibi MSN kişileri.
  • Evden çıkarken mont giyip giymeme konusunda hangi tercihi yaparsam yapayım gün içinde pişman oluyorum. Ya yanarım ya donarım.
  • Toktamış diye bir isim olması beni hep şaşırtagelmiştir. Ancak son derece de uygun bir isimdir bu ismi taşıyanlar için. Bir yere yerleşmiş, oturmuş, sakinleşmiş kimse demektir toktamış. Hakikaten de ben sanmıyorum ki toktamış isimli yurtdaşlarımız civelek gibi hareketler falan yapsın. Hepsi durağan ve ağırbaşlı insanlarmış gibi geliyor bana.

Blog Widget by LinkWithin