Şöyle Böyle #4 (Bayram özel)

29 Kasım 2009 Pazar

Televizyondan ve kapıyı çalan çocuklardan anlaşılabileceği üzere yine bir bayram sürecini idrak etmekteyiz. Ben de boş durur muyum? Durmam tabi, oturdum bayram ile ilgili türlü çeşitli tesbitlerimi sıralayayım dedim. Ayrıca büyüklerimin (büyüklerim derken baya bi büyük olması gerek en az bi 15 yaş falan büyük olması gerek yani) ellerinden, akranlarımın yanaklarından küçüklerimin de gözlerinden öperim.

  • Eski bayramlar geyiği son bulsun. Madem o kadar özlüyorsunuz eski bayramları gidin bir zaman makinası icad edin gidin eski bayramlara. Biraz Carpe Diem olun.
  • Gittikçe kapıyı çalıp şeker isteyen çocuklar daha bir sevimsizleşmeye başladı sanki. Eskiden eli yüzü düzgün hatta papyonlu çocuklar gelirken giderek tinerciye benzemeye başladı bu kapı çalanlar.
  • Birden fazla şeker alan çocuğu bakışımla yerin dibine sokarım ama muhatap olmam.
  • Çocukların kapıyı hep en uyunulan saatte hunharca çalması yüreğimi burkar.
  • Bu çocuklara kapıyı açınca hepsi bir ağızdan "iyi bayramlar" diyorlar ya, siz de sırıtıp onların suratına bakarak "size de iyi bayramlar" dedikten sonra öyle durunca ne yapacaklarını bilemiyorlar. Eğer aralarında çok densiz bir tane varsa çıkıp "şeker yok mu" diye sorarsa onu sopaylan kovalarım.
  • Şeker bayramı (ya da ramazan bayramı) çok daha sempatik geliyor bana. Kurban bayramının içi dışı ticaret olmuş. Yok hayvan alıcan pazarlık edicen kesicek adama para vericen sonra belirli oranlarda bölüp dağıtıcan falan. Ayrıca o hayvan satanlar da paragözün önde gideni gibi geliyor bana. Sırf daha çok kazanabilmek için sığışmışlar kamyonlara bayramı eşinden dostundan uzakta geçirmeye İstanbul'lara gitmiş. Bir de bunlar hiç mutlu olmaz. Hangi sene sorsalar "vay hiç satamadık hayvanları geri götürücez halimiz perişan" diye ağlaşırlar.
  • Bir de şu hayvan kesme olayının bir standardı mı olsa ne. Önüne gelen kesiyo güzelim hayvanları.
  • Kesilen kurban kanlarının da derelerde birleşip boğaza akması ne pis bir durumdur. Çipil çipil mavi gözlü nice turistler şok olup kaldılar. Kendinizi onların yerine koyun, süper bir ülke İstanbul çok güzel boğaz falan diye gidiyorsunuz. Derelerden kan akıyor. "Noluyo lan" diyip ilk anda kaçarım o ülkeden ben.
  • Trafik canavarı olayı var bir de. Bayram olunca daha bir delişmen mi araba kullanıyor halkımız ya da kurban eti yedik birşey olmaz mı diyor nedir anlamadım ver ediyor gaz pedalına herhalde.
  • Ana haber bültenlerinde kaçan boğa ve kendini yaralayan kasap haberi görmediğim kurban bayramı yoktur olamaz da. Olur da öyle bir şüpheye düşersem ararım sorarım diyanet işlerini "La bugün bayram deil miydi nerde o haberler" diye.
  • Bu bayrama ufaktan küskünüm zaten. 4 günlük süper bayram tutup da haftasonuna mı denk gelir?
  • Sülalesi geniş insanların sülalesinde yaş olarak ikilemli insanlar olur hep. Misafirliğe gidilince kapıda bakarsın "lan 3 yaş daha büyük olsa öperim elini lakin 2 yaş küçük olsa kesin yanağını öperdim şimdi neyleyeyim" diye kararsızlıkta kalırsın. İnsanın öyle anlarda "ben bayram etmeyeyim de şu ızdırabı yaşamayayım" diyeceğini tahmin ederim.
  • Bayramdan bayrama gidilen akrabalar için yanına muhabbet açacağı almak en akıllıca çözümdür. Yoksa bir salonda (genellikle yaşça küçükler de o oturma takımına sığdırılamaz da taburelerde sandalyelerde oturtulur) konuşamayan, konu bulamayan, halının desenlerini irdeleyen bir grup insan kalır. Orda biraz densiz, sebepsizce neşeli denyo bir akraba çıkıp yersiz yersiz konu açmazsa bitmez o misafirlik. Bir de yenen tatlının tabağı elinde kalan insan gerilimi vardır. Sehpaya uzak olan insanların en büyük çilesidir.
  • Ne zaman ki çoluğu çocuğu ziyarete gelmemiş ağlayan yaşlılar konulu bir şeker ya da kolonya reklamı görürsem hemen not alırım o markayı ömrümün sonuna kadar da o marka birşey almam. Hatta hakkında kötü kötü söylentiler yayarım.
  • Ortaklaşa büyükbaş hayvana girmek neden bazı insanlar için çok büyük mutluluk olur bilmem. Televizyonda görünce 4 tane yakışıklı abiyi bir büyükbaşın iplerine asılmış sırıta sırıta bir yere giderken görünce çok pis merak ederim neye bu kadar mutlular diye.
  • Bayramlık almak da ne zaman neşe olmaktan gerilim olmaya geçerse işte o an ergenlik çağının başlangıcıdır. Büyümenin hissedildiği anların başında gelir bayramlık almaya heves duyulmadığı an.

Şöyle Böyle #3 (diziler özel)

26 Kasım 2009 Perşembe

Kaç zamandır görüp aklıma gelip yazamadığım ufak tefek şeyler birikti yine. Ancak bu sefer spesifik bi konu üzerine çok fazla birikti. Bu şöyle böyle yazımda, sizin de müsadenizle dizilerden bahsetmek istedim, özellikle dönem dizilerinden ve romanlardan çevirme dizilerden. Ayrıca 150 numaralı yazım olması da ayrı bir gurur kaynağı.

  • Bir anda düşündüm de ben klasik olabilecek gibi süper bir roman yazmış olsam bunu dizi yapacak adamın alnını karışlarım. O kadar yazmışım etmişim biri sonra kafasına göre sağını solunu değiştirip uzatıp dizi yapıcak bir de milletin diline düşürecek.
  • Şimdi baktım Aşk-ı Memnu dizisi 1900 yılında yazılmış. Bu döneme nasıl bu kadar başarılı uyarlanabilmiş olduğunu anlamadım. O dönemde biri alıp başını gidince köşklerde herkesin içine dert olurmuş faytonlarla ararlarmış, şimdi öyle değil ki bir telefon açıyorsun çıkıyor yeri ortaya. Cep telefonu diye birşey var. Daha da ilginç kısmı dizinin tanıtımında gördüğüm kadarıyla bir karakter diğer 2 karakterin hararetli birlikteliğini bir el kamerasıyla kaydediyor cd'ye kaydediyor da yolluyor. Kitabın orjinalinde nasıl olabilir peki bu? O karakter diğer 2 karakterin yağlı boya tablosunu mu yapıyordu kanıt olarak?
  • Hanımın çiftliği dizisini ne zaman izlesem alıyor beni bir gülme. Dönem arabası diye koymuşlar o yılların arabalarını, heyhat (dönem dizisi yazıyorum diye ben de eski kelimeler kullanıyorum) o yılların arabalarında ne süspansiyon ne konfor olmadığı için koskoca çiftliğin sahibi hoplaya zıplaya bir komik gidiyor arabanın içinde. Köy ahalisi de arkasından geyiğini yapmıyorsa adam değilim.
  • 1982'de geçen bir dönem dizisinde de kıyafetler ve birkaç araba ile dönem havası estirilmeye çalışılmış ancak yetmiyor haliyle. Biraz geniş bir çekim yapalım deseler her taraf teknolojik öğeler çanak antenler dolu. Haliyle yakın çekim izlemekten insana daral geliyor. Zaten topu topu 4-5 kapalı mekanda geçiyor bütün olaylar.
  • Dizilerin yaz dönemi çabaları da çok içler acısı oluyor bazen. Kimileri senaryoyu uyduruyor bir anda bütün karakterler tatile gitmiş gelmiş oluyor dizinin olmadığı süre boyunca. Ama ne hikmetse yaz biter bitmez konular bir anda tekrar pörtlüyor. Koskoca yaz hiçbir gelişme olmayan konular bir anda yaz bitince tekrar ortalığa dökülüyor.
  • Diğer türlüsü de kötü. Bir karakter tam kapıdan eve girmek üzereyken sezon bitiyor, dizi için 1 saniye sonra yeni sezonda adam kapıdan bir giriyor ki saçları değişmiş, bronzlaşmış, surat biraz kırışmış falan. Ne mübarek kapıymış diyor insan izlerken.
  • Bu kadar yerdim ancak bir de şu var ki eloğlu en fazla 40 dakikalık diziler çekerken bizim ekipler nasıl başarıyorsa her hafta 90 dakikalık diziler çekebiliyorlar. Her hafta neredeyse dandik bir film çekiyormuşcasına bir performans söz konusu yani.
  • Bu arada dönem dizileri için dönem kostümleri kolay bulunabiliyor anladığım kadarıyla ancak dönem bıyığı herkeste olmuyor. Misal o 1980'lere has olan bıyık belli başlı oyuncularda çıkıyor anladığım kadarıyla ki nerde bir 1980'lerle ilgili dönem filmi ya da dizisi var hep aynı adamlar oynuyor. Kadınların işi daha kolay, bir geri kafalı kuaför marifetiyle hallediyorlar.
  • Dönem eskidikçe hal tavır da eskiyor da kelimeler pek bir modern kalıyor nedense. Seyirciler anlamaz o eski kelimeleri biz günümüz Türkçe'siyle konuşalım en iyisi diye bir karar almışlar da oynamışlar gibi olmuş. Saçma geliyor bana. Bir dizide bunu kırmayı denemişler onda da tek eski kelime "oh ne güzel" yerine hoplaya zıplaya araba kullanan çiftlik sahibinin söylediği "âlâ" kelimesinden ibaret.
  • İsimlerin de romanlardaki orjinal isimlerin kullanılması yadırgatıyor bazen kendisini. Kot pantolon giyen Behlül ya da UGG bot giyen Bihter olur mu la hiç. Behlül dediğin frak giyer Bihter dediğin döpiyes giyer.

Neler mi oldu?

Farkettiğiniz üzere 1.5 haftaya yakın bir süredir birşey yazabilmiş değilim. Sebebini soracak olursanız anlatayım. İlk olarak geçtiğimiz haftanın başında içerisinde 7 adet güzide sınav bulunan bir vize haftasına giriştim. Talihsizliğim hemen baş gösterdi yine tabi ve sınavların hepsi sabahın 9'unda okulda olmamı gerektirdi. Daha da sevimsiz durum iyice yorgunluğun çöktüğü perşembe ve cuma günleri sınavların çifter çifter olmasıydı. Tabi ki sabahın köründe buz gibi havada sokaklara çıkıp ders çalışıcam diye kahvaltı etmeyip yemek yemeyince ne oldu, evet doğru bildin okur, övmelere doyamadığım tosun bünyem zayıf düştü ve etraftan bulduğu en şahane virüsü kaptı. Peki bu hangi gün oldu, evet okur yine doğru bildin vizelerin bittiği gün son vizeden birkaç saat sonra 39 derece ateşle yorgan döşek yatıyordum. Kulaktan dolma bilgilerle alınmış birkaç ilaç, yatakta geçen birkaç günden sonra okula rapor almak gerekince vurdum kendimi yollara gittim bir hastaneye.

Hastane de ilginç bir deneyim oldu. Girişteki masada oturan önemli görünümlü abla neyin var diye sorduğunda ateş öksürük demeye kalmadan ağzıma taktılar o peçe gibi hadiseyi. Zaten dikkat çeken görünümüm hastane eşrafına dehşet de saçmaya başladı o pis beyaz bez ile. Bir diğer hastanesel gerilim ise doktor "akciğer filmi isterim" diyince çıktı ortaya. Zebellah gibi makinaların olduğu bol kapılı odada "röntgen çekecez diye don paça soymasınlar beni sakın" diye endişe ile düşünerek oturuyordum ki tişört ile de röntgen çekilebildiğini öğrenerek iyice rahatlamış oldum. Şimdi ateş ve sevimsiz öksürük nöbetleri olayını atlattığım domuz gribimin en mayışmalı dönemindeyim. Halsizlik ile yatmak dışında pek birşey yapmıyorum. Gelin görün ki bu son 2 hafta bana birkaç ay gibi yorucu gelmiş bulunmakta. Artık blogu da boşlamadan doya doya yazarım diye umuyorum. Hatta yazıya da eğitsel ancak anlamsız bir cümle ile son vereyim: domuz gribi değil yanlış tedavi öldürür.

Şöyle böyle #2

13 Kasım 2009 Cuma

Dehşet hoşuma gitti bu formatta kısa kısa bişeyler yazmak. Tutamıyorum kendimi yine yapıyorum çılgın tesbitleri.

  • Şöyle bir paradoks var çok hoşuma gidiyor. Alın sizin de kafanız karışsın bir süreliğine.
    "Sağdaki cümle doğrudur. Soldaki cümle yanlıştır."
  • Geçen gün HD televizyon reklamı izledim. "Görüntüler şöyle güzel böyle güzel" diyerek görüntüler gösteriyor reklamda. Ben o görüntüleri son derece güzel bir şekilde evimdeki televizyonda da görebiliyorsam zaten HD televizyona gerek yok, ha eğer HD televizyonum varsa ve görüntüleri süper kaliteli görebiliyorsam zaten HD televizyonum olduğu için reklamdaki ürüne gerek yok. Bu da pis bi paradoks oldu.
  • Başka bir reklamda da "ilk defa meyva suyu içer gibi" diyor reklam anonsunda. İlk defa meyva suyu içmenin olayı nedir ki, nasıl içeceğimizi bilmeyip üstümüze başımıza dökerek mi içecez yani?
  • Sanmıyorum ki Türklerden başka karlı havalarsa temizlensin diye spor ayakkabılarını giyen bir ülke daha olsun.
  • Türk kızlarının da gerçek yüzü vize haftasında ortaya çıkıyor. Okulda her daim süslü saçlı makyajlı çıtı pıtı kızlar vize haftası gelince sabahlara kadar ders çalışıp evden panikle çıkmaktan oluyor birer kaknem.
  • Bugüne kadar mühendis olmama rağmen bir kere bile T cetveli taşımamış olmam yüreğimi burkan bir detaydır.
  • Çok kalabalık yerdeki dükkanların esnafına dükkandan ayrılırken "iyi günler" diyince öyle bir mutlu oluyorlar öyle bir seviniyorlar ki onlara üzülmekle sevinçlerini paylaşmak arasında kalıyorum hep.
  • İnanırım ki Türkiye'de her evde yıllar öncesinden kalmış ve kullanılması unutulmuş birkaç kampanya kuponu vardır. Bir pizza alana kola bizden gibi ucuz pazarlama kampanyaları bizim insanlara işlemiyor demek ki.

Türk televizyonlarında sinsi tuzak

12 Kasım 2009 Perşembe

Kırk yılda bir dersim erken bitti de eve öğlen saatlerinde gelmiş bulundum. Gelmez olaydım. Sıkıntıdan patlamayayım diye televizyonu açtım ve bir adet hiçbirşey anlamadığım Ece Erken programı ve dehşete düştüğüm 3 evlilik programından bir tanesindeyken mecburen bıraktım kumandayı elimden. O esnada da kulak kabarttıkça hayretlerden hayretlere düştüm.

Cüsse ve kilo olarak Bülent Ersoy'dan hallice bir hanım teyze oturmuş. Bir amca da bir müddet kendini övüp mal beyanını yaptıktan sonra geçti paravanın öte tarafına. Ezile büzüle bir giriş yaptıktan sonra 2 taraf da başladılar kendisini anlatmaya. Bu esnada bey amca bir jest düşünmüş kendince "tatlı yiyelim tatlı konuşalım" diyerek kendi yöresinden getirdiği bir tabak tatlıyı uzanaraktan paravanın öte tarafına ulaştırdı. Ulaştırdı ulaştırmasına da kadına bir haller oldu. Yalandan boş çatalı bir kere ağzına götürdükten sonra tabağı nerelere koyacağını bilemedi. Başladı "yemem ben bunu al" diye bir yerlere uzatmaya çalışmaya. Daha önce de tatlı yemeyen insanlar görmüştüm de hiç bu kadar oturduğu yerde kımıl kımıl olanını görmemiştim. Ben de giderek merakla "bu tosun gibi teyze nasıl oldu da tatlıyı reddetti" diyerek hayretle televizyona bakarken hanım teyze patlattı içindeki bombayı ve seyircilere dönüp kaşlarını hayretle kaldırarak kısık bir sesle "büyü falan yaptırmış olmasın" dedi Gulyabani görmüş Şener Şen edasıyla. Ben ise diyecek birşey bulamadım da bu yazıyı yazdım.

Şöyle Böyle #1

8 Kasım 2009 Pazar

Kaç zamandır aklımı fikrimi toplayıp da bütün ve güzel bir yazı çıkarabilemedim. Ancak nicedir gördüğüm kısa maddeler halinde aklıma gelenleri yazma formatını nihayet ben de uyguluyorum. Daha şimdiden kendimi çok rahatlamış hissediyorum.

  • Özel halk otobüslerinin özelliğinin bana özel olmasından değil de işletmecisiyle alakalı olduğunu öğrendiğimden beri gözüm yaşlıdır boynum büküktür.
  • Sanmıyorum ki Türkiye'de açıldığı anda sağ alttan abuk subuk uyarılar çıkarmayan bir bilgisayar olsun.
  • Oray Eğin'in şov programını gördüm az önce. Anladığım kadarıyla orkestraya yaptıkları tuş başına para ödüyorlar. Zaten programda da hiç espri yapabilen olmadığı için zırt pırt tuş giriyor orkestra. Rock konserine döndü demek isterdim ama orkestranın vokalistine de uyuz olduğum için demiyorum.
  • Benim mantalitemdeki her insan bindiği asansör ufak kıpraşımlar yapınca "lan keşke merdivenlerden inseydim zaten 8 kat, ne güzel kalori yakardım" diyip asansörden sorunsuz inince de "oha ne inicem lan merdivenlerden can mı dayanır" diyendir.
  • Gittiğim maçlarda başka tribünlerdeki eşine dostuna kendisini göstermeye çalışan insanlar oluyo anlamıyorum ben onları. Bir elinde telefon kulağına yapışık, diğer elinde bir atkı ayağa kalkmış olabildiğince sallar bu abiler. Kendilerini göstermeyi başarınca da el sallayıp otururlar. Onca çaba bunun içinmiş derim ben de.
  • Başka bir maç olayı yaşadım ki o bambaşkaydı. Yurdum insanı teknoloji kimliğine bürünüp sahaya inmiş adeta. Parası bol bir abi almış 3G'li süper cep telefonunu bir ahbabını da aramış görüntülü görüntülü tribünleri gösteriyor. Ancak telefonun diğer ucundaki pala bıyıklı abi farkında değil ki görüntülü konuşma iki taraflı bir hadise ve tribünün büyük bir kısmı da onun telefon ekranındaki sırıtan kellesini görüyor.
  • Ülke olarak çekirdek ve türevlerine karşı doğal bağımlılığımız var.
  • Bu ülkede bir numaralı gözlem adamları taksicilerdir. Hangi kılıkta binerseniz binin bir şekilde ortak bir payda bulup o muhabbeti açarlar mutlaka. Bazen bir T cetveli bazen bir anahtarlık. Taksici muhabbetinden kaçış yok. Ama güzel de oluyo la.
  • Benim blogumu okuyup da Türkiye'ye gelmeye niyet eden yabancı dostlarımız Türkiye hakkında birşeyler izleyip öğrenmek istiyorlarsa bütün belgeselleri falan geçsinler Yemekteyiz'i izlesinler. Türk halkını daha iyi görebilecek bir program.
Bu formatta yazmak da süper neşeli bir olaymış. Bundan gayrı sağa sola notlar bile alırım unutmayayım da doya doya yazayım bu formatta diye.

Futbol blogu gelir şen gelir

6 Kasım 2009 Cuma

Nicedir içimde yanan, fırtınalar koparan bir istekti bir futbol blogu yazmak. Ancak benim biricik güzelim bu bloguma bile yeterli zamanı ayıramadığımı düşünürken ikinci bir blog açmak neyime diye düşünüyordum ki pek kıymetli bir arkadaşımla birbirimizi gaza getirmemiz sonucunda ortaklaşa, nur topu gibi bir futbol blogunu açtık. Hedefimiz ise ortalıkta yorumcuyum diye dolaşıp herşeyi sadece eleştiren, kendine ait fikirleri olmayan, çözüm üretmeye gelince kaçışan yorumcular gibi olmamak. Birşeyi beğenmiyorsak daha iyisini yapabilmek adına en azından fikir üretmen. Sözü daha fazla uzatmak yerine ben vereyim onumuzdeki-maclar adlı blogun linkini merak edenler girsin okusun.

Sitem kaç kuruş eder

4 Kasım 2009 Çarşamba

Öğleden sonra öğleden sonra sinirim bozuldu sevgili okur. Yine internette ilginç sitelerden sitelere sekiyordum ki şu siteye denk geldim. Gelmez olaydım. Website Worth Calculator başlıklı bu site, sizin web sitenizin yaklaşık değerini hesaplıyor. Sitenizi ziyaret eden insan sayısı gibi birkaç kıstasa bakan bu tasarımı bozulasıca site benim güzelim blogum içinse biçe biçe 16$ değer biçti. Ben ki aylarımı vermişim yazılar yazmışım 16$ dedi. Ben de bunu görünce boş durur muyum, yapıştırdım cevabı "ben sana 16$ vereyim de git kendine adam gibi hesap yapma özelliği satın al" dedim donuk renkli monitöre karşı. Duymadı tabi.

Teknolojime nazar değmesin

1 Kasım 2009 Pazar

Geçtiğimiz günlerde yazdığım her tarafından sucuklar sarkan yaratıklar yazısında olayın benzeri gün geçmiyor ki tekrar başıma gelmesin. Geçen hafta "madem bilgisayar okuyoruz bari konuyla ilgili bir şeyler yapmış olalım" düşüncesi ile sumo robot yapıp yarışmalara katılmaya karar verdik. Satın alınacak malzemeleri konuşmak için çıktık bir asistanın yanına konuşmaya başladık. Kendi yaptığı bir devreyi örnek göstermek için çıkardığı sırada ben yine dondum kaldım. Uğraşmış etmiş bir devre yapmış yapmasına ama ortasına da kocaman bir nazar boncuğu da koymuş. Ben de yine lise yıllarındaki üniversite hakkında hayal kuran halime döndüm.

Blog Widget by LinkWithin