Başlıksız

18 Aralık 2010 Cumartesi

Çok ihmal ettim dimi blogu? Sevgili okurlarımın karşısında boynum kıldan ince. Ne deseniz haklısınız. Gelin görün ki hayat o kadar enteresan ki ben şaşırmaktan hiçbir şey yazmayı akıl edemiyorum. Son durumumu şöyle özetleyeyim de anlayın. Bundan sonraki yaklaşık 30 yıl boyunca resmi tatil olmayan bir günde herhangi bir parkta boş boş oturamayacağım, ya da sağda solda aylak aylak gezemeyeceğim. Evet tahmin ettiğiniz üzere işe başladım. Öyle bir iş ki hem de cumartesi falan dinlemiyor. Gidip çalışılıyor acımadan. Ben de bu süreç içerisinde sadece herşey ne kadar saçma diye etrafa bakınıyorum. Bir gün sabah uyandığımda birşeyleri biraz düşüneyim dersem olmayacak çünkü hissediyorum. Düşününce hayatın saçmalığının içinde bir takım contextlerde birey kendine anlam kazandırmaya çalışınca mental olarak kaotik bir duruma geliyor çünkü sanırım. Ben ise düşünmeden bu hafta içinde uyandığım bir günde pencereden bakınca gri bir İstanbul sabahı görüp sevinirken son derece tabuta benzettiğim (hem şeklen hem metaforik olarak) asansöre binip sokağa çıktığım anda kafamda bir takım darbeler hissetmeye başlıyorum. Gri sabah az gelmiş olacak ki bir de dolu sürprizi hazırlamış İstanbul bana. Ne güzel şeymiş dolu da. Hiçbir sonuca varamayacağını bilmesine rağmen düşünmeye niyetlenen beynimin ebedi koruyucusu olmaya and içmiş olan kafatasıma patır kütür vurarak bu düşünceleri dolu darbelerinin seslerinin arkasına saklıyor. İstanbul'un hazırladığı bu neşeli sabah sürprizi ile ben de beremi takma gereği duymuyorum. Başlıksız hayat daha güzel çünkü. Başlık takınca insan başlığına uygun hareket edeceğim diye kendinden sapabiliyor. Hayat dediğin şey ise kafatasına doğa ana acizane saldırılarını yaparken bir başlığa deil kafatasına güvenmektir belki de. Dışarıdan gelecek darbeleri suni başlıklarla korumak değil. Dolu taneleri mütecaviz bir şekilde beynimin kıvrımları arasına sıkışmış olan düşüncelerimi derinlere ittirirken ben bir minibüs şoförü ile gözgöze gelme çabasındayım. İnsanın bineceği taşıtın kullanıcısını görmesi gerek çünkü. Gidilecek nokta hatta izlenecek yol bilinse bile taşıtın en önemli kişisiyle göz teması kurmaktır yolculuğun seyri hakkında bilgi sahibi edecek olan. Neden sonra hatırlamadığım ve sanırım rastgele seçtiğim bir minibüse biniyorum sonra. Hiçbir şey olmayan, hiç kimsenin olmadığı ve müzik dinleyerek hiçbir şey yapmadığım bir taşıtın içerisinde hiçbir şey yapmamak için hiçbir yere giderken camdan dışarı baktığımda hiçbir şey görmemeyi umarken olmayan dolu taneleri çarpıyor gözüme. Sonrasında ise yine aynı gri İstanbul sabahında mutsuz insanların yürüdüğü bir sokakta kafamda düşüncelerle iş yerine gidiyorum ben. Aynı hızda ve aynı doğrultuda gittiğim ve görmek ya da düşünmek istemediğim bir sokak dolusu saçmalıkla birlikte. Cebimde minibüs şoförlerinin, dolu tanelerinin ve düşüncelerin olmadığı bir dünyanın hayaliyle.

2 yorum:

Asuman Yelen dedi ki...

Gecenin bu saatinde içimi sızlattın be oğul balı. Daha bir ay olmadı ama baba filozof oldun çıktın.
Tecrübe konuşuyor tam olarak kestiremediğim bir süre sonra kendini capcanlı, hayatın tam da içinde hissedecek ve keyifli anektodlarla doluracaksın bu sayfayı.
Ellerin boş ceplerinde, başın sıcacık berenin içinde keyifle yürümek için aylak olmaya gerek olmadığını anlayacağın günler de gelecek.
Sevgiyle öpüyorum seni teyzecim...

Parahuman dedi ki...

esas konu aylaksızlık değil de bu amaçsız yaşam sanırım... yine de merakla bekliyorum o capcanlı günleri...

Blog Widget by LinkWithin