Şöyle böyle #19

29 Ocak 2010 Cuma

Çok yorgunum sevgili okur. Final haftası diye kaç gündür sabahın 8'inde okula gitmekten ne uyku düzeni kaldı ne bişey kaldı. Yorgunluk yüzünden bloga yazarım diye aklıma not ettiğim onca şey de uçtu gitti. Aklımda kalanlardan bir demet sunayım dedim.

  • İçinde çocuk olan diziler çok uzamasın istiyorum. O sempatik sempatik çocuklar ergenliğe yaklaştıkça birer insan azmanına birer genç irisine dönüştükçe insanın izleyesi kalmıyor o dizileri.
  • Otobüste biri "camı açabilir misiniz" dedikten sonra ne kadar zorlansa da açılmayan o camlar yok mu, insanı en büyük çaresizlik duygusuna gark eder. Bu isteği yapana dönüp de çaresizce sırıtarak omuz silmek yerin dibine geçmenin resmi belgesi gibidir.
  • Dağbaşında yaşadığımdan kelli odamda bulunan devasa şişe suyun soğuk olmaması sorununu camın dışına koyarak çözdüm. Her daim soğuk su bulabilir oldum, gelin görün ki bazı günler karşımda bir şişe dolusu buz görünce söndü bu hevesim.
  • Ayakkabı camiasına sesleniyorum burdan, neden bir standardınız yok lan sizin? Kışın beni mağdur eden papuçlardan botlara terfi etmek için bugün yollara düştüm. Kısaca özetlemek gerekirse kramponda 48.5 numara, kaykay ayakkabısında 47.5 numara, gündelik sıradan bir papuçta 47 numara ve bugün öğrendiğim üzere botta da 45 numara giyiyorum. İşin enteresanı ilk girdiğim dükkanda 46 numara bota ayağımı sığdıracağım diye binbir çile çektikten sonra ikinci dükkanda 45 numara bot tök diye oldu ayağıma. Bir standart bulun la şu iş için.
  • Evimin önündeki dar bir sokaktan ne zaman ki gece 3te 4te bir araba geçse nedense öldüresiye merak etmeye başlıyorum bu saatte kimdir bu nerden geliyordur diye. Bir gün balkondan kafayı uzatıp sorucam sonunda bu merağa karşı koyamayıp sanırım.
  • Bu hafta ertelenen bir tane finalim var idi, haftaya salı günü olmasına karar verilmiş. Meteorolojinin sitesini açtığımda bir de ne göreyim, pazartesi günü yine hunharca kar yağışı bekleniyormuş. Yıldım ben bu işten artık. Sınav olayım diye bekliyorum adeta.

Yerle yeksan oldum

26 Ocak 2010 Salı

Bu da başıma geldi sevgili okur. Değerli ahbabım hem okur hem yazar ile buluşup birşeyler yiyelim diye evden çıkma kararı vermemle başladı olay. Ayrıca düşününce bu olay yaşanacağının her türlü ipuçlarını vermişti. Ayağıma göre bot bulamamış olup düz taban papuçlarla sokağa çıkmam ve gülenlere gülmem ile kendi hazin sonumu hazırlamış oldum bir bakıma.

Evimden çıkıp dünyadaki en eğimli otoparklarından birisini geçerken stratejik olarak olayı kafamda çözüm bütün handikaplara rağmen kayıp düşmeden dünyadaki en eğimli parklardan birisine geldim. Gördüm ki parkın yürüme yolu buz pistine dönmüş. Tam olarak buz da değil. Karın ezilmiş erimiş donmuş olan o en sevimsiz ve en kaygan hali. O anda 12 silindirli bir motormuşçasına çalışan beynim bana süper bir fikir sundu. Buz tutmuş yol yerine parkın üstü basılmamış karlarla dolu olan çim alanından yürüyerek kaymayı engelleyecektim. Ancak o eğimli çim alana attığım 3. adım ile ayağımın altında varlığı son bulan karlar beni çamurla muhattap ederek adeta bir çınar gibi sırtüstü devrilmeme sebep oldu. Güzelim üstüm başım da çamura bulanmış oldu böylelikle. Bu olayın tek eğlenceli yanı ise kış günü olmasına rağmen karda buzda değil de çamurda kayıp düşmem oldu. Uzunca bir süredir ağrımayan dizim ise isyan edercesine tekrar başladı ağrımaya. Hepinizse kayıp düşmesiz günler dilerim sevgili okurlar.

Şöyle böyle #18

Sevgili okur geçen gün camdan bakıp kara kara "bu karda nasıl gideceğim okula" diye düşünürken MSN'den gelen neşeli bir msj ile huzura kavuştum. Evet doğru tahmin ettiniz, 2.5 gün kar tatili oldu okulum. Ben de bu neşeyle birşeyler yazayım dedim.

  • Geçen gün duyup çok güldüğüm "Napolyon'un bir de öteki yüzü var" lafını sizle paylaşmak isterim.
  • Bazı insanlar var ki rejim yaparlar hep, sonra da kepekli ekmeğin normalden daha güzel olduğunu iddia ederler. Nasıl bir ikiyüzlülük la bu? Bunca yıl yemişin somun somun ekmekleri de kepek ekmeği aklına gelmemiş, ne zaman ki rejim yapmaya başlıyıp kepek ekmeğine muhtaç olunca mı o kadar süper bir ekmek oldu bir anda?
  • Makarnaya bakarak insanlığın gizemini çözdüm. Makarna bol nişastalı ve çatalla yenen basit bir yemektir değil mi? Aslında o kadar basit değil işte. Uzununu yapmışlar, yetmemiş biraz yassısını yapmışlar, o da yetmemiş deniz kabuğu gibi olanını yapmışlar, o da yetmemiş papyon gibi olanı, o da yetmemiş çok ufak boru şekilli olanlar. Ben ki mutfakla alakalı biri değilim ona rağmen en az 15 farklı çeşit makarna görmüşümdür. Ne ki bu şimdi? Tadı falan aynı hepsinin. Sırf insanoğlunun şekilciliği işte. Boş işlerle uğraştığımızın bir numaralı göstergesidir bu kadar çok çeşitli makarna olması.
  • Tükenmez kalemin isminden çok ümitlendiydim ancak kullanırken hüsrana uğradıydım. Burdan bilim adamlarına sesleniyorum, tükenmez silgi gibi birşey yapılabilir bence, hatta isminin de tam karşılığını verebilir gibi geliyor bana.
  • Kimi erkekler bozuk paralarını cüzdandaki bozuk para yerine koyar ya, ben onu hiç beceremem işte. Her minibüse otobüse bindiğimde cüzdan çıkarmak ızdırap gibi geliyor bana, hele ki o zar zor sığdığım taşıtlarda. Cep çok daha verimli bir taşıma şekli bence bozuk paralar için.
  • Kartopu oynamanın da dejenere olduğunu gördüm geçen gün. Çocuklar şimdi 2 elleriyle yerden aldıkları karı sıkıştırmadan birbirlerine savuruyorlar. Benim dönemimde kartopu oynamak sanat ve stratejinin birleşimi olan çok önemli bir meziyetti. Önce 1 avuç kaliteli kar alınıp iyice sıkıştırılır. Tam bir küre olması da önemli havada süzülürken dengesini kaybetmesin diye. Sonra bu mükemmel ve sertleştirilmiş küre rakibin ensesi dönükse enseköküne, rakip yan dönük ise kulak memesine, önü dönük ise burnu hedef alınacak şekilde omuzdan süratlice fırlatılırdı. Nice kişiyi kartopuyla diz çökertmişliğim var sevgili okur. Günün sonunda önümde el pençe divan durup saygısını gösterenler var. Kardan kıştan soğuttum nice mahalle arkadaşımı.
  • Anahaber bültenlerinde kayıp kaza yapan arabaları gösteriyor ya, seviyorum ben onu izlemeyi nedense.
  • Bir de buz tutmuş bir merdivenin falan yakınına kamera koyarlar, akşam da haberde insanların kayıp düşmelerini montajlayıp sunarlar. Onu da severim. Ama bari o haberi ağlak müziklerle falan vermeseler.
  • Bu arada karlı bir günde güneş çıkınca söylenen o "kar topluyor" olayının bilimsel açıklamasını yapabilen olursa ona saygım sonsuz olur. Var mı öyle birşey?

Şöyle böyle #17

24 Ocak 2010 Pazar

Nasılız sevgili okurlar? Beni soracak olursanız (ilkokul çocuğu mektup girişi) final haftası belimi büktü. Uyanması gitmesi gelmesi falan büyük dert. Kafamı okul bu kadar kurcaladığı için haliyle bugün de okul tandanslı bir şöyle böyle ile karşınızdayım.

  • Ders sonlarına doğru hocalar "sormak istediğiniz birşey var mı?" diye sorunca evet diyen öğrenciye sınıfça duyulan o kümülatif nefreti başka hiçbir yerde bulamazsınız. Evet ben de nefret ederim. Hoca dersi bitirmeye çalışıyor, bu adam hala soru sormaya çalışıyor. Soracağı şeyin de sınavda çıkmayacağı belli. Yine de sorar.
  • Sınavdan sonra soruları konuşanlara olan nefretimi geçen yazılarda yazmıştım. Doyamadım bir daha yazıyorum. Hatta etrafımda görünce de bütün neşelerini bozarım. Yanlarına sinsice sokulup "olum yarın da murat hocanın sınavı var ha kesin çok kazık soracak" derim ve konuyu değiştirmiş olmanın verdiği haklı gururla uzaklaşırım.
  • Eskiden bir de hocaya ödevi hatırlatanlar vardı. Üniversitede pek yok öyle olaylar. Lisede falan olurdu bunlardan. Hoca "geçen hafta nerde kalmıştık" diye sorduğu anda ödev konusunu açarak atlardı öne.
  • Eskiden kar daha acımasız yağardı sanki baya baya tatil yapardık kardan ötürü. Şimdi her yağdığında bir ümitleniyorum okulun web sitesine falan bakıyorum ama sonuç hüsran oluyor. İşin kötü tarafı da şu dağda yaşadığım için evden çıkıyorum belime kadar kar var (abarttım lan en fazla 3-4 cm. işte) otobüse binip medeniyete iniyorum oralara hiç kar yağmamış bile.
  • Kar demişken aklıma geldi. Tosun bünyemi taşıyabilmek için mecburen 48 numara olan ayaklarıma uygun bot bulamadığımdan haala kaykay ayakkabısıyla dolaşıyorum sevgili okur. Çoraplar sırılsıklam oluyor eve gelene kadar. Anladın dimi mağduriyetimin nasıl olduğunu.
  • Sınava elinde suyla şekerle falan girene de uyuz olurum. Topu topu 1 saat sınav. Sanki ölecek misin o 1 saatte susuzluktan da böyle saçma saçma hareketler yapıyorsun. Ben bunu da denedim acaba bir işe yarar mı diye. Lisedeyken bir sınava gofret ve su alarak girdim. Baktım sorular benim bilgimi aşıyor, kendimi gofretin içindekileri okumaya kaptırmışım. 20 dakkası öyle geçtiydi güzelim sınavın.
  • Üniversitedeki sınavlarda da başka bir durum mevcut. Eğer ki derste çan uygulanıyorsa (puanı en düşük 5-6 öğrencinin kaldığı sistem) sınavda cin kesilirim. Misal 15 dakika içinde çıkanları sayarım "aha bunlar kesin boş kağıt veriyor" diyerek. Sonra etrafımdaki tembelliği tescilli adamların kağıtlarına bakarım çaktırmadan. Onlar da birşey yazmamışsa rahat ederim, bunlar kalır ben geçerim diye sevinçlenirim. İşte çan sistemi insanı böyle şerefsiz yapıyor.
  • İnsanı böyle şerefsiz yapan başka bir unsur da defterdir. Bütün bir sene boyunca halı sahalara konserlere çağırılmayan o çalışkan gözlüklü tıknak mühendis adayları vize final dönemi geldi mi kral olurlar. Defterlerinden 2 fotokopi çekilicek diye saçma bir babacan tavırlara falan bürünürler. Bu garipler de defterleri kadar var olabiliyor işte anca.
  • Sınavlarda bir başka pis sorunsal da çıkmak ya da çıkmamaktır. 2 saatlik sınavın 1. saatinin sonunda yapabileceklerinizi yaptınız diyelim. Eğer çıkarsanız ileri dakikalarda gelebilecek olan potansiyel kopyaları elinizin tersi ile itmiş olursunuz. Eğer çıkmazsanız da insanların ikinci kağıdı istemesi ve doğru yaptığınız şeylerden tereddüt edip değiştirmeniz gibi tatsız sonları olan durumlarla mücadele etme zorunluluğu vardır.
  • Kopya çekmek de sanattır. Buna karşı çıkana sabaha kadar tartışırım. Sırf adam gibi kopya çekebileyim diye üniversite 1. sınıfın sonunda 4.5 miyop olan gözlerime ver ettirdim lazeri de düzelttirdim. Şimdi atmaca gibi 10 metreden grafiklerin kopyasını çeken biriyim. Ayrıca kopya çekerken teknolojiyi kullanan adamlara da saygım sonsuzdur. Cep telefonu olsun hesap makinası olsun hepsi gerektiğinde sınıf geçirten aygıtlardır.
  • Bu arada okul bütün gün boşken bu hafta olacağım 3 sınavın hepsini sabah 9'a koyan okuluma burdan selam etmek istiyorum. Hiç vicdanınız yok mu olum sizin?

Şöyle böyle #16

21 Ocak 2010 Perşembe

Sevgili okur bu final haftası denen şey peydah olduğundan beridir blogu ikinci plana atmış durumdayım ancak siz de bana hakvermişsinizdir. Ha aranızdan biri çıkıp "ben sana bütün dersleri anlatırım projeleri de yaparım" diyorsa o zaman tamam.

  • Final haftası dedim de aklıma geldi. Sınavdan çıktıktan sonra sınav konuşan insanları odunla dövesim gelir. Sınavdan çıkmış da doyamamış gibi bir de uzata uzata anlatır bunu böyle çözdüm şunu böyle çözdüm diye. Her sınıfın %40'ı falan böyle adamlardan oluşur ve kalan %60'ı da esir eder adeta.
  • Eğer ki televizyonda 10 üzerinden 7 puan verebileceğim birşey varken kanal değiştirip 8 9 10 puanlı birşey ararsam kesinlikle bulamam ayrıca ilk kanala dönünce 7 puanlık programın da reklama girdiğini görüp 5 puanlık birşey izlemeye başlarım. Elindekiyle yetinmek gerektiğini böyle öğrendim ben işte.
  • Son zamanlarda House MD diye bir dizi izliyorum. Düşündüm de tıp okuyor olsam bu final döneminde dizi izleyerek ders çalışmış olacaktım. Benim bölümümle ilgili bir dizi yapılmaz hiç zaten hep böyle doktorlu falan diziler yapılır.
  • Bu dizide huysuz, sinirli bir doktorun hastanede yaşadıkları falan anlatılıyor bu arada. Şimdi düşündüm de "bu dizi beni tıp sisteminden soğuttu tedavi olamadım" diyerek bir tazminat davası falan açsam kazanabilir miyim acaba. Evet aklım hemen böyle şeylere çalışır.
  • İnsanın kafası buna çalışır dedim de aklıma geldi. Bir vakitlerde gökten beyaz beyaz soğuk yumuşak birşey yağmış. O zamanki insanların aklına gelen ilk şey ne olmuş? O beyaz şeyleri sıkıştırıp yuvarlak hale getirip birbirine atıp kartopu savaşı yapmak. İnsanoğlunun kafası bunlara çalışıyor işte anca.

Keyfimi kaçıran dozer

19 Ocak 2010 Salı

Sevgili okur bilmem sana da olur mu ama bazı günler direk uyandığım anda bilirim ki bombok bir gün olacaktır o. Ne kadar uyumuş olsan da uykunu alamamışındır o gün mesela, gizli bir güç seni tekrar yatağa çeker adeta "la olm boşver bugün çıkma dışarı kesin kötü bişeyler olacak" dermişcesine. En kötüsü de o gün mutlaka halledilmesi gereken birşey olduğu için dışarı çıkma zorunluluğu olan bir günde sabah bu hissiyatı yaşamaktır. Evet sevgili okur doğru tahmin ettin, bugün benim için tam da böyle bir gündü.

Yaşına hürmetimden ötürü hakkında kötü birşey yazmak istemediğim otomobilime atlayıp sınavın 2 saat öncesinde okulda olacak şekilde yola koyuldum. O esnada da "bugün okulda kesin şöyle böyle olur da başıma bir iş gelir" diye fikirler yürütmekteydim. Ancak musibet daha ben okula varamadan çıktı karşıma. Normal bir günde yaklaşık 20 dakikada gittiğim yolu bugün 1 saat 10 dakikada gittim. Esas konu da geç kalmam değil aslında, geç kalmama sebebiyet veren süreç. Yoğun trafiğin içine girdiğimde anlamıştım ki ileride bir kaza ya da benzer bir durum var.

Bu noktada benim kaza durumu ile ilgili bildiğim şeyi anlatmak isterim. Benim bildiğim kadarıyla kaza süreci iki arabanın çarpışmasıyla başlar, sonrasında da sırayla önce ambulans, sonra trafik polisleri gelir ve hasarlı arabaların yoldan kaldırılmasıyla olay biter. Bugün gördüklerim ise biraz enteresandı. 3 şeritli yolun en sol şerifinde biri dönmüş olmak üzere çarpışmış iki adet çok hasarlı kamyon (evet daha önce demiştim kamyonlar İstanbul'da artık sol şeritten ya da orta şeritten gidiyor diye) bulunuyor. Benim trafikte geçirdiğim toplam süre, kaza yerinin yanından geçene kadar 50 dakika falan civarında. Bu 50 dakikanın son 10 dakikasında olay yerine 2 tane ambulans emniyet şeridinden hızlıca geçtiydi yanımdan. Peki ambulans ve polisten önce olay yerine ne gelmişti dersiniz. Dozer. Evet yanlış duymadınız dozer. Kaza yapmış kamyonlardan birinden yere dökülmüş olan (döküldüğü yer de kendi şeridinde kalıyor, trafiği engellemiyor yani) kiremit ya da tuğla benzeri toplayıp kaza halindeki kamyonlardan birisine geri dolduruyor.

Benim de kafam karışmıştı sabah haliyle. Acil dozer hattı gibi birşey olması gerek ki ambulanstan önce gidebilsin. Ayrıca olay da bir hastanenin (baya 20 katlı falan kocaman devlet hastanesi) 500 metre ilerisinde oluyor. Şimdi ambulansları mı yersem, yoksa o araçları yoldan bu kadar süre çekmemiş olan polisleri mi yersem yoksa dozeri mi övsem bilemedim. En nihayetinde bu kadar süre bir dozerin kiremitleri kamyona geri doldurmasını beklemiş oldum işte. Kültürümün başkenti olan İstanbul'dan hepinize kazasız dozersiz günler diliyorum sevgili okurlarım.

Japon gençlik pınarı masalı

16 Ocak 2010 Cumartesi

Merakım olduğundan kelli japon hikayelerini masallarını mitolojisini bilirim az çok. Bilmekle de kalmam şunu da anlarım ki bizimle onların bakış açıları çok farklı. Bizim en basit hikayelerimizde bile hem ders verme çabası hem de herşeyi tatlıya bağlayalım çabası olur. Japonlar ise "ben en gerçekçi şekilde hikayemi anlatırım isteyen dersi kendi çıkarır" mantığıyla anlatmışlar hikayelerini. Anlatmışlar anlatmasına da bunları dinleyerek büyüyen çocuklar manyak olur. İşte en son okuduğum hikayenin kısa bir özeti.

Japonya'da Miya Jima adında kutsal bir adada yaşayan Yoşida ve Fumi isminde çok yaşlı bir çift bulunmaktadır. Yaşları son derece ilerlemiş olan bu çift, balıkçılık yaparken ölen 3 erkek çocuklarından sonra birbirlerini daha çok sevmeye başlarlar. Birgün Yoşida sebepsizcesine evinden çıkıp ormana gider ve sıradışı görünümlü bir ağacın altında yine sıradışı görünümlü bir su kaynağı bulur. Sudan içtikten sonra sudaki yansımasının siyah gür saçlı, suratındaki yaşlılık çizgilerinden arınmış halini görünce sevinç ile koşa koşa evine giderken karısı Fumi'nin de yarın gidip gençleşeceğini düşünür. Eve girince Fumi'nin şaşırma evresinden sonra ertesi gün de bu pınardan su içmek için Fumi çıkar aynı yola. Ancak uzun bir süre geri gelmez. En sonunda Yoşida dayanamayıp bu gençlik pınarına koşarak gittiğinde pınarın yanında birkaç aylık bir bebek görür. Karısı Fumi içtikçe gençleşmeye doyamadığı için çok fazla içmiş ve bebek haline dönmüştür. Yoşida da karısının bebeklik halini kundaklar sırtına alır ve bunca yıllık karısına artık bir baba gibi bakacak olmanın verdiği derin ızdıraplar eşliğinde evlerinin yolunu tutar.

Yahu bu kadar acımasız hikaye mi olur. Şimdi okuyunca bu hikayeden "her yaşın kıymetini bilmeli, gençleşicem diye saçmamalı" ya da "doyumsuzluğun neticesinde insan etrafındakileri üzer" gibi anlamlar çıkabilir ama bu hikaye Japon'ların çocuk masalı olarak geçiyor. Bizim masallara göre gerçekçiliğine (en azından ormanda yaşayan 7 cüce ya da kurdun bi kızı yedikten sonra kızın mideden çıkıp mideyi taşla doldurması gibi saçma olaylar yok (bu arada bizden kastım avrupa kültürü)) diyecek laf yok. Adamlar kendi mitolojilerine geçmişlerine göre son derece gerçekçi mantıklı hikayeler yazmışlar. Burdan bütün Japon ahbaplarıma selam ederim bu güzel hikaye için ama çoluk çocuğa da bu kadar acımasız şeyler anlatmayın yazıktır derim.

Yetenek bu mu Türkiye?

13 Ocak 2010 Çarşamba

Televizyonun bıçkın ismi Acun Ilıcalı'nın yeni bir programına denk gelmekteyim bikaç cumartesi günü boyunca. Bilmeyenler için kısaca özetlemek gerekirse olay şu: 3 kişilik bir jüri var (etrafları baya bir izleyiciyle çevirili) sahneye de türlü çeşitli yurttaşlar çıkıp ne yeteneği varsa onu gösteriyorlar. Jüri evet hayır diyerek oyluyor sonrasında da halk oylayacakmış falan. Ama benim bu yarışmada dikkatimi çeken (sinirimi bozan) bir hadise var ki ona da değinmeden geçemeyeceğim. O da şu rap müzik olayı.

Çeyrek asıra yakın bir süredir müzik dinleyen birisi olarak şu rap müzik olayından oldum olası hazzetmemişimdir. 40 yılda bir çok güzel bir rap şarkısı yapılır ama o albümün kalanı da dandik dandik şarkılarla doludur hep. Ama görüyorum ki yurdum gençleri arasında pek bir meşhur olmuş bu rap müzik. Benim sıkıntım da burda başlıyor zaten. Yarışmanın hangi bölümünü izlesem en az 4-5 tane rap yapıcam diye çıkıp hazır bir davul ritmi üzerine bıdı bıdı hızlı konuşan genç (hatta genç bile değil 6-7 yaşındaki çocuklar da çıkıp yapıyor bunu) görüyorum, ne hikmetse seyirciler de coşa coşa alkışlıyor bu rapçileri. Yahu 5 yaşındaki çocuğun yapabilmesinden belli değil midir bu rap müziğin bir yetenek çalışma falan gerektirmediği. Ben de bulsam bi hazır davul ritmi son heceleri de kafiyeli (anlamsız olsa da sorun değil) birşey yazsam onu hızlı hızlı okusam beni de yetenekli addedicekler resmen. Her bölümde 10 tane rap söyleyen 1 tane rock müzik yapabilen kişi olması bile benim için hangisinin daha kıymetli olduğunun en aşikar göstergesidir. Yahu hiç olmadı eğer illa rap söyleyecekseniz arada bir enstrüman falan çalın bari, hızlı konuşmayla yetenek mi olur lan?

Ayrıca Türkiye'de ki eğitim hayatı boyunca insanlara müzik açısından hiçbir şey kazandırılmadığının da somut göstergesidir bu. Nota okumayı bilmeden ezbere flüt çaldırınca insanlara müzik eğitimi yapmak olmuyormuş bu demek ki. Bırakın çocuklar hangi enstrümanı çalmak istiyorsa onu çalsın. Belki kazara yurdumdan da çok sesli birşey çıkmış olur böyle. Gelin görün ki bu müzik eğitimi ve kalite standartları ile ne yazık ki bizim ülkemiz için yetenek budur Türkiye.

Şöyle böyle #15

12 Ocak 2010 Salı

Yine yaklaşan sınav dönemi yine mazlum ve meşgul bir parahuman. Bloga da zaman ayıramıyorum pek ama anla beni sevgili okur. Yaz gelsin beşer onar yazıcam.

  • Bugün farkettim de ben ne zaman yolda top oynarken araba geçerken kaldırıma geçip arabayı bekleyen çocuktan, çocuklar sahada top oynarken oyunlarını baltalayıp arabayla geçen adam oldum bilmiyorum. Büyümek böyle birşey heralde.
  • İstanbul meteorolojik açıdan (aslında daha bir çok açıdan da) en güvenilmeyen şehir olmalı. Sabah mont giyip çıkıyorum sonra heder oluyorum sıcakta, güneşe güvenip çıkınca da ıslanmadan dönemiyorum eve.
  • Etrafımdaki insanlarda grip olayları tekrardan hortlamaya başladı sevgili okur, ben de inceden tırsmıyor değilim.
  • Final zamanı öncesi fotokopi kuyruğunda bekleme hissiyatı ne kötü bir durumdur. Elde notlar, boyun bükük, sıcak olur o oda bir de, etrafında hep farklı bölümün insanları olur, tanışıklığı olunmadığı için de konuşamazsın.
  • Bu gittigidiyor'daki kitap işi baya güzelmiş yahu. Eski püskü kitaplar baya bir ucuza rahatlıkla bulunabiliyor.
  • Dünyada bizim kadar kavga ya da kaza izlemeyi seven bir millet daha yoktur herhalde. Burdan böyle atıp tutarım ama nerde bir kavga olsa hemen alırım çekirdeğimi çitleyerek oturup izlerim.
  • NBA'de tuttuğum takıma karşı oynayan takımda bir Türk varsa çok fena ikilemde kalıyorum. Bir yanda Türk adam o kadar mücadele ediyor falan, bizden biri falan. Diğer tarafta da yıllar yılı gönül verdiğim takım.
  • Bence Charlie Chaplin en büyük sinema insanıdır. Bunu da böyle kısa ve net söylemek istedim.
  • Önümüzdeki haftalarda 20 seneyi aşkın hayatım boyunca 2. kez kitap defter açık bir sınava gireceğim. Ve şimdiden öldüresiye tırsıyorum. Çünkü ne zaman biri hocaya kitap defter açık olacak mı diye sorsa hoca suratında pis bir sırıtışla olumlu cevap veriyor. İnsan düşmanınza yapmaz lan böyle bir psikolojik baskıyı. Eğer ki kendisi de es kaza Facebook'tan falan görüp blogumu okuyorsa kendisine burdan saygılarımı iletiyorum. Hocam CC ver sen de rahat et ben de rahat edeyim diyorum kendisine buradan hatta.

Ayazma

9 Ocak 2010 Cumartesi

Parahuman'dan dev bir hizmet daha. Ben hep İstanbul'da yapacak şey sıkıntısı yaşamış bir insanım. Anadolu yakasında yaşayan birisi olarak Avrupa yakasına gitmek zor, ayrıca trafik ve insan kalabalığı da hoş gelmiyor bana. Şimdi benim gibi düşünenler için süper bir fikir vermek üzereyim. Anadolu yakasında Kartal'ın üst taraflarındaki dağların (dağ diyosam yükselti olarak, yoksa normal semt yani) Yakacık denen bir yere bağlı Ayazma diye bir yer var ki pek güzel. Nedir özelliği derseniz çok süper lahmacun ve pide yapan çay bahçeleri olmasının yanısıra İstanbul'un en güzel manzaralı yeridir. Manzarayı şöyle tarif edeyim, oturulan yerin arkasında tepe ortamlı bir dağ, karşıda adalar ve (bulutsuz havalarda) Uludağ'ın etekleri bile görülebiliyor, sol tarafta gebze limanı, sağ tarafta ise Bostancı civarına kadar görebilmek mümkün. Eğer gitmeye karar verirseniz tarif de edeyim orayı. Ortada küçükken peder beyle su almaya gitmiş olduğum şimdi kullanılmayan bir çeşme bulunuyor. Meydan gibi bir yer yani. O meydana gelirken sağdaki ilk yer oraların en eski en süper yeridir. Ortasında da 2 tane devasa çınar ağacı bulunur hatta. Girişi hemen yanındaki otopark ve halı sahanın girişinin hemen bitişiğinde oluyor. Şanslıysanız en kenardaki masalardan birine yerleşip bütün manzaranın tadını çıkarırsınız. Bulması biraz meşakkatli olabilir ancak garantisini veririm ki sessiz sakin yer arayanlar için, bir yandan da kaliteli yiyecek birşeyler lüpleteyim diyenler için İstanbul'un ideal yerlerinden birisidir. Manzarasından da birkaç örnek ile yazıma son vermek isterim.

Not: Resimlerin büyük hali için üstüne bir tık yeter.

İşte çeşme diye bahsettiğim yer şu ortadaki ağacın dibinde kalan beyaz betonumsuların arası. Bu resme göre şu görünen çay bahçesinin sağında kalıp görünmeyen yer de benim tavsiye ettiğim.

Meydanının diğer açıdan çekilmiş hali de şu alttaki. Böyle ıssız göründüğüne bakmayın baya İstanbul'un merkezinin kenarı gibi bir yer burası da.

Son olarak da manzarasından birkaç resim koyayım bari.

Türkler ne arar #3

8 Ocak 2010 Cuma

Sevgili okur, ben yazmaktan bıktım onlar aramaktan bıkmadı. Ben yazmayayım dedikçe onlar ısrarla enteresan enteresan arıyorlar. Artık kararımı verdim her 2 haftada bir yazacağım bu yazı dizisinin yeni bölümünü de sanırım.

inci baba saim arslan: Hay yazmaz olaydım şu yazıyı arkadaş. Kriminal görünümlü adam doldu güzelim legal bloguma sanki bir anda.

2 türk uçak lazer: Bir tanesi nesine yetmemiş bu arayıcının acaba da 2 diye vurgulamış başında. Lazerli uçak mı demek istemiş uçağa lazer mi tutalım demiş neyi kastetmiş onu da anlamadım.

abdürrahim albayrak "==) yilbasi: Abdürrahim Albayrak diyince benim de yüzüme bir gülümseme yayılıyor ama bunu arama yaparken Google'a da yansıtmıyorum yahu. Ayrıca yılbaşıyla ne alakası var ki bu durumun zaten?

abdürrahim albayrak yilbasi programi: Yahu demek bu adam yılbaşında hakikaten sağlam bi aksiyon yapmış ki herkesin içine dert olmuş, internetlerde arar olmuş bu işi.

amerikan futbol kocun montu: Kendi amerikan futbolu kariyerimden hatırlıyorum ki öyle koçun özel bir montu olmazdı. Normal montla gelirdi adam antremana işte.

basketbol euroleage insaat muhendisliginin en or dersi: Sondaki yazım hatasını anlayıp zor dersi olduğunu anladım. Ama basketbol ile Euroleage ile ne alaka peki? Basketbol takımları Euroleage'e giderken inşaat mühendisliği dersleri mi soruyorlar nedir?

beni benden alırsan seni sana bırakmam sozunu aciklayin: Hay lanet olsun şu sözü de yazmaz olaydım keşke. Bu arada ilkokul öğretmenleri de bu sözü mü ödev veriyor nedir herkes gelip bunu arıyor.

bilet numaramı yazayım milli piyango çıktımı bana: Yahu benim sitemi nasıl bulmuş bu amca hiç anlamadım. Ayrıca Milli Piyango zaten çıkmaz çıksa çıksa ikramiye çıkar en fazla.

bizim ingilizcesi: Bari bizim ingilizcemiz diye arasaymış.

bugra besel: Neden bu tanımadığım etmediğim insanların araması benim blogumda sonuçlanıyor. Sorarım sana Google?

cocuklar ne yapar: Bu sorunun cevabını şimdi vermek isterim: ne yapmaz ki. Ne yüce blog yazdıysam her sorunun cevabı da var burda ha.

dönmeli isim yazma: Dönmeli isim derken? Yav ne acayip şeyler arıyor yurdum insanı.

futbool iddaayı icat eden: La böyle saçma soru mu olur. Tee Roma döneminden beri var bahis olayları falan.

humen maçi: Bunu tamamen anlamadım sanırım.

jeff hardy napar: Aha sonunda amerikan güreşçilerini de musallat ettim başıma. Cevap olarak da yine diyorum ki: ne yapmaz ki.

karagöz ile ilgili sözler beni yanlış anladın: Karagöz ile ilgili sözlerden nasıl yanlış anlaşılabilir ki birisi. Yoksa Google'a bir sitem midir bu?

langırt niye suç: İnan ben de çok kereler sordum bu soruyu kendime sevgili okurum. Teee ilk zamanlarda yazdığım bir yazı idi bu. O günden bu güne kadar kendi kendime hep sordum bu soruyu.

sanal tarım para: Facebook'un oyunları benim bloguma aramayla gelenlerin arasına da sıçramış işte. Vereyim 3-5 domates tohumu (sanal falan da değil) onlarla uğraşın bari, yersiniz sonunda.

siyam pank: Yahu bu da amerikan güreşinden bir adam da gerçek ismi c.m. punk sanırım, ben şaka olsun diye okunduğu gibi yazdım. Gördüm ki meğer herkes böyle yazıyormuş bunu. Hiç bir marjinalliği kalmamış benim bunu okunduğu gibi yazmamım.

turk pornocuları almanyadaki turk hamburgerci: Böyle bir sektörsel değişim mi olmuş nedir? Almanya'da ki Türk hamburger sevenler de bu yüzden mi tedirgin acaba? Bunu aradınız da madem benim blogumu neden buldunuz vicdansızlar.

yeni yıla nar kırarak girme: Blogumu okuyan kimi okurlarım "yok öyle bir adet duymadıydık, uyduruyor olmayasın" demişlerdi. Bu arama da onlara kapak gibi bir cevap olmuş adeta.

yılbaşı gecesi narı kırdıktan sonra ne yapılır: Hah işte adet gelmiş ama tam olarak yerleşmemiş bizim kültürümüze. Benim bloglarımda çözüm aramış sevgili nar kırıcıları.

Şöyle böyle #14

6 Ocak 2010 Çarşamba

Sevgili okur, (eğer ki bu esnada içinden "efendim" dediysen en gözde okurumsun demektir) yine bir final dönemi öncesi gerginliği ve yoğunluğu var üzerimde. Hatta okulda herkesde var bu gerilim. Olur da bu süre boyunca yazı performansım düşerse sağda solda arkamdan konuşmayın e mi sevgili okurlarım.

  • Şu gezmeli TV programlarını yapanları hep çok kıskana gelmişimdir. Oh hem diyar diyar gez, yediğin içtiğin üstüne kad kalsın, 1-2 saat gördüklerini anlat, üstüne bir de para al. Ne güzel hayat la o öyle.
  • Boğaz köprüsüne falan zam geldiğinde aklı evvel haberciler gidip hemen o gece röpotaj yapıp sonra da aradıklarını bulamayınca üzülüyorlar ya, işte o durumu çok seviyorum. "He he ne oldu beyefendi 3 dakika önce geçseniz indirimli olacaktı" diyip de arabadaki adamın "he ne olacak sağlık olsun" deyip geçmesi üzerine angut gibi kalıyor bu haberciler. Sanki arabadaki adam da 50 kuruş fazla veriyor diye o sırada arabadan inip kendini yerden yere atacakmış gibi bir beklentileri var sanki.
  • Geçen gün yine gördüm 2010 için kahinler çıkmış "şöyle olacak böyle olacak" diye sallıyorlar. Bu haber yerine gidip de kahinlere "hacı sen 2009'da bunlar olacak dedin ama bunlar olmadı ne diyorsun buna" deyip de onları orda mal gibi bıraksa 70 milyonun karşısında çok daha süper bir haber olur bence.
  • Kadınların ne kadar kaprisli canlılar olduğu şu bayan kelimesine olan sebepsiz tepkilerinden bile anlaşılabilir bence. Bir erkeğe gidip bay diyince gücenir mi? Hayır. Kadın olunca bayana gücenebilir ama işte.
  • Şu dünyadaki en sevimsiz görüntülerden birisi takım elbise giymiş çocuktur. Çocuksan çocukluğunu bil kardeşim böyle denyo çocuk mu olur?
  • Bu 3G'de gizli numaradan birini aramak için aynı zamanda bir de kar maskesi takmak gerekiyr sanırım. Görüntülü ya hani.
  • Bu hafta en büyük hüznü pazartesi sabah 5'e kadar neşeyle kar yağışını seyredip bir yandan da okulun internet sitesinde bir duyuru görmeyi umarak oturdum bekledim. Sabah da evden çıktığımda dağbaşındaki biricik mahallemde 5 cm'e yakın karı gördükten sonra medeniyete inince kar bile yağmamış olduğunu görünce ciğerimden bir parça koptu adeta.

Ben buldum sandım da aldandım

4 Ocak 2010 Pazartesi

Sevgili okur inanmayacaksınız ama ben baya uzun bir süre barzo kelimesini benim icat ettiğimi zannettim. Şuan içinizden "Nasıl olur böyle şey" diye sorduğunu duyar gibiyim sevgili okur. Müsade et de anlatayım. Ama önce bilmeyenler için de söyleyeyim, barzo, günümüz gençliğinin kullandığı hanzo, kıro, maganda gibi anlamlara gelen bir kelimedir.

Üniversiteye hazırlandığım yıllar. Dersanelere kapanmışız arkadaşlarla. Öğlen vakti bir saat bir aramız var, onda da gidip Playstation oynuyoruz. Tabi o zamanlar Wining Eleven 7 isimli futbol oyunu daha yeni çıkmış. O zaman da hep oynadığım tipsiz bir arkadaşım vardı, hep de gidip Beşiktaş'ı seçerdi. O dönem oyunu oynayanlar hatırlar spiker de Japonca konuşurdu. Takayano bürübürü gibi enteresan şeyler söylerdi. Nedendir bilmem Beşiktaş ne zaman bir serbest vuruş kazansa topun başına dönemin futbolcularından Ali Eren geçerdi. Spiker de o esnada genellikle barızo derdi. Biz de gel zaman git zaman Ali Eren tipli insanlara barızo demeye başladık. O aradaki "ı" harfini de yarım yamalak telaffuz ediyoduk tabi. Sonra ilerleyen yıllarda ben bu kelimeyi herkesten duymaya başlayınca "vay arkadaş ne çevrem varmış 2 yılda tüm İstanbul'a yayıldı" kelime diye böbürleniyordum. Sonra da birgün ekşisözlüğe girdiğimde barzo başlığına baktığımda ne göreyim. İlk yazılmış kayıt benim bu kelimeyi kullanmaya başlamamdan 1 sene öncesine geliyor. "Yav ben böyle talihime daha da birşey demiyorum" diyip kapattıydım sözlüğü. Böyle tesadüf de zilyon yılda bir gelir. Daha önce hiç duymadığım bir kelimeyi bulup birebir o anlamıyla kullanmışım kaç sene ben icat ettim diye. Meğer daha önce icat etmişler.

Denizyıldızı

Kar yağdığından mıdır bilmem ama bugün, benden görmeye alıştığınız pür neşe yazılardan birinden farklı olarak bir hikaye ile karşınızdayım. Elimden geldiğince didaktik olmadan yazmaya çalışayım bari de sonra arkamdan "parahuman sen bize mi öğretiyosun bunları" diye atıp tutmayın bari. İlerde çoluğunuza çocuğunuza anlatırken bu hikayeyi beni hatırlamakla yetinirsiniz.

Bir sahil kasabasında türlü deniz olayları neticesinde kıyıya binlerce deniyıldızı vurmuş, denizin çekilmesi ile de bu güzelim 5 uçlu mahluklar kıyıda zalım güneşin insafına kalmıştır. Yöre halkı da bu enteresan durumu görmek için kıyıda yürümeye başlamış. O esnada biri sahilde tek tek denizyıldızlarını alıp eliyle denize geri atmaya başlamış, bu sempatik canlıların hayatını kurtarmak adına. Kıyıdaki bir diğer pesimist kimse de bir süre bu adamı izledikten sonra durduğu yerde duramamış bu adama seslenmiş "yahu güzel kardeşim iyi hoş sen bunları alıp tek tek denize atıyorsun da etrafına bir bak, binlerce var kıyıya vurmuş denizyıldızı, sen böyle kendi başına alıp atarak ne kadarını kurtarabilirsin, ne farkedicek ki sen bu tek kişilik çabanla" diye. O sırada çabalayan amca eğilip yerden bir tane daha denizyıldızı almış denize atmış ve pesimist amcaya dönerek "bak işte bu fırlattığım için çok şey farketti" demiş.

Arasıra pesimist olmayı bırakıp dünyayı değiştiremeyeceğini bilerek de olsa birilerine böyle karşılık beklemeden yardım etmek güzel şey. Dünyayı değiştiremeyecek olsak da birinin hayatını değiştirmek de dünyadaki birçok şeyi değiştirebilir. Edilgen yaşantılarımızda zaten birçok kez denizyıldızı durumunda bekleriz, arasıra da optimist amca olup birilerinin hayatında birşeyleri düzeltme fırsatı bulduğumuzda bunu değerledirme fırsatını kullanamazsak denizyıldızı olarak beklerken de çok ümitlenmeye hakkımız olmaz bence.

Şöyle böyle #13

2 Ocak 2010 Cumartesi

Hey gidi sevgili okur. Daha dün gibi açtığım şu blogun 175. yazısını yazmaktaymışım şuan. İnsan biraz duygulanıyor. Gerçi tahminimce bundan birkaç yıl sonra da bu yazıya bakarak "ulan eski ben ne kadar da denyoymuş 175. yazıya duygulanılır mı ben şuan 1000.yi yazıyorum be peeh" falan diyecektir herhalde.

  • 175 dedim de aklıma geldi, her kim ki börek yerine böğrek ya da bövrek diyordur benim etrafımdayken dikkatli olsun.
  • Zevkler ve renkler tartışılmaz diye bir söz vardır ya hani, ordaki renkler ne mana hiç anlamadım. Eğer ki biri "mavi daha güzeldir" diyip bir tartışma ortamı yaratmaya çalıştığında bu söz söyleniyorsa bu durum renklere değil yine zevklere girer. Benim anaokulundan beri kafamı kurcalayan bir durum var belki onla alakalıdır bu söz diye tahmin ettim en sonunda. Misal ben maviye bakıp mavi diyorum ama bir başkası maviye bakıp sarı görüp yine mavi diyordur. Yani çocukluğundan beri öyle öğrenmiştir renkleri. Kimseye renkleri izah etme gereği duymadığı için böyle yaşamıştır. Misal o gökyüzünü hep kırmızı görmüştür ama o rengi mavi sanıyordur gibi. Büyük paradoks yaptım dimi. Ehe.
  • Yılbaşı vakti en çok eğlenen insanlar 1 Ocak'ta çok bedbaht, moralsiz oluyor nedense. Sanki bir önceki gece çılgınlar gibi dansettikleri için sonraki seneye bunları vali falan yapacaklarmış gibi bir beklentileri varmış gibi oluyor bu tavırlarını sergiledikçe.
  • Bir de şu yılbaşında çalışan insanlara falan prim mrim veriliyordur umarım. Misal polisler itin uğursuzun arasında sabaha kadar itiş tepiş arasında, bilmemkaç kişi göz altına almışlar falan. Onlara da bir kıyak yapılmalı bence. Misal onlar için de başka bir gün yılbaşı belirlensin onlar da o günde eğlensinler Taksim'de.
  • Etrafımda biri cep telefonunu arka cebine koymuşsa en çok ben geriliyorum. Her an oturunca çatır çutur kırılacakmış gibi geliyor güzelim telefon.
  • Şimdi gelip biri bana sorsa "İstanbul nasıl bir yer" diye ona derim ki "İstanbul, çöp konteynerlerinin yolun ortasında durduğu ve arabaların onları heyecanla solladığı şehirdir genç adam". Evet aynen bunu yaşadım geçen hafta.
  • Pinokyo karakteri çocukları biraz yalana sevketmiyor mu. Ona bakan çocuk "la bunu defolu yapmışlar burnu murnu uzuyo, çok şükür benim öyle dertlerim yok rahat rahat söyleyebilirim yalanımı, zaten bu yaşlılar da burun uzamadan anlamıyo yalanı doğruyu demek ki böyle birşeye gerek duymuşlar" diyebilir bence rahatlıkla.
  • Açık bir alanda dikilen bir grubun arasında üstten bir grup kuş uçtuğunda gerilip endişeyle "sıçarlar mı acaba" diye gökyüzüne bakan insanların hepsi benim manevi kardeşimdir adeta. Ben de yaşarım hep o gerilimleri.
  • Şimdi yılbaşının evde kutlandığı her evde o yılbaşı gecesindeki görkemli, ihtişamlı çerez tabağından sadece leblebiler kaldı dimi. Ailenin sinsileri atılganları evelden evelden yediler fıstıkları fındıkları, sonra da kalan leblebilere ihtimam göstermedi kimse. Üzülerek söylüyorum ki bütün o evlerdeki leblebiler sonunda çöpe atılacak.
  • Son bir tavsiye benden size. Okumak güzel şeydir sevgili okur. Gittigidiyor'un kitaplar bölümüne bir baktım da dün gece, en süper en ilgi çekici her konudaki kitaplar 3-4 liraya satılıyor kapış kapış. Bir 3-4 lira da kargo parası olur en fazla. Ben derim ki böyle bir internet fırsatı varken kapın siz de birkaç kitap. Ben de yakın zamanda okuduğum kitaplarla ilgili yazılarımla bir kültür sanat havası estireceğim blogumda. Şimdiden hepinize keyifli okumalar efem.

Blog Widget by LinkWithin