Neşeli yıllar

31 Aralık 2009 Perşembe


Kaç ay olmuş blog yazmaya başlayalı da nice önemli günü kutlamadan geçmişim. Artık buna bir dur demenin zamanı geldi. Siz saygı değer okurlarımın (okurum olmayanların da yeni yılını falan kutlamam ha) yeni yılının öncelikle parayla (herkes öncelikli sağlıklı olsun diyo ama yurdumuzda para olmadan sağlık da olmuyo) hemen ardından sağlıkla sonra da akademik ve kariyerik başarılarla dolu olmasını temenni eder büyüklerimin ellerinden (ama şöyle en azından 20 yıl falan büyüklerimin) küçüklerimin gözlerinden, akranlarımın da yanaklarından öpmeyi siz sevgili okurlarıma borç bilirim. İsminden tiksindiğim şu 2010 yılında da en neşeli yazılarla karşınızda olmak dileklerimle, iyi seneler sevgili okurlar.

not: Hakkaten dediğim gibi yeni yıla da bilgisayar başında yanımda arkadaşla tv izleyip blog yazarak girmenin heyecanı içerisindeyim.

Şöyle böyle #12

Yılbaşı ile ilgili bir yazı bekliyordun dimi sevgili okur. İşte böyle şaşırtmaya meyilli biriyimdir aynı zamanda. Tahmin ediyorum ki şuan okumakta olduğun yazı 2009'un son (klişelerden klişe beğendim) şöyle böyle yazısı.

  • Televizyonda Küçük Kadınlar adlı bir dizi var. Ben de bu dizinin adını ne zaman görsem için için "kadının küçüğü büyüğü olmaz" diyorum. Nedense çağrışım yapasım tutuyor bu ismi görünce. Hatta kısa süre içinde iki kere görürsem ikincisinde de "küçük kadın yoktur bakımsız kadın vardır" diyorum.
  • Kozmik oda diye birşey çıktı yakın zamanda. İsmini duyunca sanki böyle mavi ışıklı, zemini camlı, enteresan gri ya da beyaz möbleli bir oda geliyor dimi gözünüzün önüne. Oysa içi dosya klasör dolu normal bir devlet dairesi odasından farklı değil. Kozmik olunca ismi beklentiler artıyor ama tabi. Bir de şu var ki kozmik, evrenle alakalı falan demek. Ne alaka bu gizlilik ortamı ve dosya klasörlerle?
  • Bazı insanlar var ki (etrafımda da var bu insanlar var) her gün mutlaka eğleniyorlar. Her gün başka bir bar başka bir disko. Hadi şimdi çok yadırgamış gibi yapmayayım bunları ben de zamanında mekanlardan mekanlara akardım, ya da akmasam da damlardım diyeyim. Ama bu insanlar her gün bir yerlerde falan. Bu enerjilerinden ötürü saygı mı duysam yoksa yaşamlarının denyoluğundan irite mi olsam bilemedim.
  • Bugün yine Wipeout'u izledim de bazen çok zulüm ediyorlar gibi sanki yarışmacılara. Misal geniş bir ailenin en büyüklerinden birisi katılsa o yarışmaya, o görüntüleri de ağlak bir müzikle o ailenin genç yağız delikanlılarına izletsek kahveden çıkıp koşarak Arjantin'e ulaşmaya çalışırlar ellerinde sopalarla sanki. Toplarını falan patlatırlar ortamının. Havuzunu kuruturlar.
  • Kötü seslendirme bir diziyi ne kadar rezil bir hale sokabilir bugün o.c.'de gördüm. Fox TV'yi zaten sevmezdim, şu seslendirmecilerini duyduktan sonra bir kat daha sevmedim. Sinemayla falan uğraşanlar varsa bulsunlar dizinin yayınlandığı günü bir seslendirmeli haliyle izlesinler bir de orjinalini izlesinler. İnsanın seslendirmeli haline inanası bile gelmiyor.
  • Yemek yaparken 2 su bardağı süt falan koymak gerekir ya bazen, ben onu hiç beceremiyorum işte. Bardağı dolduruyorum tam tencereye dökücem diyelim, çok yavaş dökmeye başlarsam bardağa yapışık akıp alttan alttan yerlere dökülmeye başlıyor süt. Hızlıca boşaltayım diye bardağı ters çevireyim diyince de o devinimle tencerenin bir köşesinden fırlıyor bir miktar süt. Şu 20. yüzyılda başlamış olan hayatımda kendi yaptığım hiçbir şeyin ölçüsünü bu yüzden tutturamadığım için ideal halini yiyememişimdir herhalde.
  • Geceleri uyumakta sıkıntı çeken birisi olduğum için NBA en büyük imdadıma yetişen spor dalı oluyor bu gibi durumlarda. Ergenlik öncesi ve ergenlik yıllarımda da süper basketbol oynayan birisi olarak o dönemlerden beri neşeyle izlerim NBA maçlarını. Ancak şöyle bir durum var ki kimse o saate kadar oturup o maçları izleyemediği için ben de okulda bunun muhabbetini yapacak kimse bulamıyorum. Bir de herkesin benim gibi tuttuğu çok bariz bir takım da olmuyor ki benim tuttuğum güzelim takım olan Boston gidip yendiğinde "laaa dün gece nası yendik oluum" diye ufak iğnelemeler yapabileyim. Burdan NBA başkanına sesleniyorum, maçlar Türkiye saatine göre akşam olsun bütün kanallar da zorunlu olarak yayınlasın lütfen.
  • Ayrıca aklıma gelmişken şunu da söyleyeyim NBA'de çok hoşuma giden birşey de NBA oyuncularının sosyal sorumluluk projelerinde çalışmaları. Misal son zamanlarda çocuklara okumayı sevdirmek için koca koca NBA yıldızları alıyor eline kitabı gidiyor ilkokullara falan. Aynı olay Türkiye'de de olsa keşke. Gidip içip içip bileklerini keseceklerine ya da arabayla takla atacaklarına böyle faydalı işlere bulaşsalar keşke. Şimdi de burdan TFF'ye sesleniyorum. Yapın böyle birşey.
  • Parahuman'dan dev bir hizmet daha. Zengin olmak artık çok kolay. Şöyle ki. Milli Piyango yılbaşı çekilişi yarın öğlen 1'de başlayacak ve en son gece saatlerinde büyük ikramiyeler çekilecek. Biletler geceye kadar satılamya devam edecek. Bir tanıdığınızı oturtun çekilişin başına. Numaralar çekildikçe yollasın size numaraları. Siz de akşama kadan çıkan numaralı biletleri toplayın piyasadan, çabalamadan zengin olun. Ayrıca Milli Piyango'yu da böyle bir hatayı yaptıkları için burdan gözlerinden öperim.

Şöyle böyle #11 (Yılbaşı özel)

29 Aralık 2009 Salı

Hırpani okuldan gelmiş ruh halime rağmen dayanamadım siz biricik okurlarımı yazısız bırakmaya. İşte belki de yılbaşından önceki son şöyle böylelerim. Şimdiden uyarayım biraz yılbaşı özel şöyle böylesi tadında bir yazı olabilir bu. Yılbaşıyla hiç işi olmayanlar okumayabilir yani.

  • Yılbaşı deyince aklıma geldi de şu Aralık ayının en son okul ve iş gününde "seneye görüşürüz ehehe" diyen hiçbir insan ilerde önemli bir yere gelemeyecek olandır. Yapmayın o yüzden.
  • Bir de şu kırmızı don hediye alma durumu ile ilgili de şaka yapılmasın artık. Nereden çıktıysa bu adet birisi de bana açıklasın ayrıca. İlk kimin aklına gelmiş yani bu durum?
  • Benim gözümdeki en cesur kişi yeni yılın ilk saatlerinde Taksim'de yürüyebilecek olandır. Nasıl insanlar doluşacak bu sene de merakla bekliyorum hareketli Taksim gecesi görüntülerini.
  • Türk kanallarının yeni yıl şarkılarını duyduktan sonra Discovery Channel'ın yeni yıl için yaptığı 2 şarkıyı duyunca ülkemizin müzikal gelişimi adına öyle bir endişe kaplıyor ki içimi, bu derdimi nereye haykırsam geçmiyor. Merak edenler için işte şarkı 1 ve şarkı 2. (Şimdi linkleri eklerken bir daha dinleyeyim dedim de çok ince güzelliklerle dolu şarkılar. Özellikle ilk şarkının sonundaki Hawking'in şarkıya katılması. Ayrıca sevgili okur sen de önce yazıyı okumayı bitir sonra dinle e mi canım?)
  • Malumunuz olan tıngır mıngır arabamla ilgili beni efkarlandıran bir nokta var ki evin önündeki otoparkın hunharca eğimli olması. Diyeceksiniz ki ne olmuş yani? Ben de derim ki eğimli otopark otomatik vites arabası olana güzel. Benim canım çıkıyor diğer arabalara dokandırmadan park etmek için.
  • 1 Ocak'ta ki anahaber bültenlerinde "işte yeni yılın ilk bebeği" haberi görmezsem anlayamıyorum yeni yıla girdiğimi. Ayrıca şimdi düşündüm de herhalde moral bozmasın diye "yeni yılın ilk öleni" gibi haberler yapmıyorlar.
  • En büyük korkum bir yılbaşı eğlencesinde okuldan tanıdığım bir hoca ile karşılaşmak. Kabus gibi. Düşünsenize 2 gün önce sınıfta diferansiyel denklemler anlatan adam yılbaşında kafasında süslü takke ağzına düdük karşımda hoplayacak zıplayacak. Ben bir daha nasıl dinleyeyim ki şimdi o dersi? Sırf bu yüzden yıllardır yılbaşlarını (yılbaşılarını?) evde geçiriyorum dersem bana inanır mısınız? İnanmayın. Üşendiğim için evde geçiriyorum.
  • Evde geçirilen yılbaşının da en büyük numarası mandalina, çerez ve dansözdür herhalde. Şimdiki gençler olarak pek dansözün kıymeti bilinmiyor sanki ama 40 yaş üstü beylere dikkatle bakınca (TRT'nin tek kanal olduğu dönemden bir alışkanlık herhalde) evde en ufak bir dikkat dağıtıcak hadise istemezler o dansözler çıktı mı.
  • Bir de yeni bir adet dikkatimi çekti ki yeni yıla girerken evde nar kırıp kesip yemek. Evin bereketini arttırırmış inanışa göre. Bu adetleri kim çıkarıyor bilmiyorum ama keşke nar yerine hindistan cevizi falan deseymiş de gece gece herkes elinde çekiç testere tak tuk girişseymiş hindistan cevizciklerine. Daha aksiyonlu olmaz mıydı böyle?
  • Yılbaşı öncesi bir de her şirketin (en ufak bir bakkalın bile) eşantiyon olaraktan takvim ya da ajanda verme tutkusu vardır. Biz de nasıl bir milletsek daha bunu reddedeni görmedim. "Birgün mutlaka işe yarar" diye alırım bende. Ama inanın sevgili okurlar evde 1999'dan kalma kapağı açılmamış ajanda var. Belki aynı günler bir daha denk gelirse kullanırım diye duruyor herhalde.
  • O kadar uzun yıldır yılbaşında kar yağmıyor ki artık dükkanının camına kardan süs yapan dükkanlara sürrealist gözüyle bakıyorum. Gerçi onun yerine yağmur yapsa daha mı hoş olur diyeceksin. Evet olmaz ben de biliyorum.
  • Eskiden yılbaşında çalışanlara üzülürdüm, artık imreniyorum. Benim haftalardır ızdırap içinde yaşadığım "yılbaşında ne yapsam lan" ikilemine (ikilem de değil hatta çoklam) kapılmıyor onlar. Ayrıca dünyaya da somut bir katkıları oluyor. Benim gibi mandalina yemesinden iyidir herhalde.
  • Yılbaşı günü televizyonda binbir tane eğlence programı şov falan oluyor ya, o şovları çekenler oynayanlar yayınlayanlar falan hiçbiri o günü televizyon karşısında geçirmiyor olması çok büyük bir ikiyüzlülük gibi geliyor bana. Madem o kadar övüyorsunuz şöyle güzel yılbaşı programı yaptık böyle güzel yılbaşı programı yaptık oturun izleyin siz de o zaman evinizde. Ne o laylalarda reynalarda kutlamalar falan?
  • Yılbaşının bana göre en keyifli hadiselerinden birisi de zaman farkı mevzusundan diğer ülkeler nasıl girmiş onu izleyebilmektir bence. Elin Japonu Korelisi Avustralyalısı yapmış şahane havai fişekleri bam güm atıyor falan. Ben de Rusya falan gibi enlemesine uzun ülkeleri düşünürüm. Bir ucu girecek diğer ucu daha sonra mı girecek nasıl olacak? Ortak saat de kullanılmaz öyle büyük bir ülkede. Ya da Türkiye'deki şu saatleri geri alma olayı bu yılbaşına gelse ne güzel olmaz mı? İki kere kutlamış olurduk.
  • 2010 size de çok acayip gelmiyor mu? Misal bana 2000'e girmek kadar enteresan geliyordu. 2000'e girdikten sonra bir iki üç diye sonuna ekleye ekleye gideriz diye tahmin ediyordum. Ama bu aradaki 10 bozacak işi. Bir de şu 2000'den sonra doğmuş çocukların doğumyılını söylemesi olayı enteresan. Ben akranlarıma falan sorduğumda "86lıyım" "87liyim" gibi cevaplar alıp bunu tatmin edici bulurum ama biri gelip de bana "2liyim" derse hiç hoşuma gitmez. Zaten iyice yaşlanmış gibi hissediyorum. Minibüste "amca parayı uzatır mısın" diyen çocuğa "git kendin ver" demişliğim var. Bir kere de takside "abi valla sen 30 yoksun en fazla 28 falan" diyen bir taksici vardı ki ona böyle birşey söylemeye pek yemedi.
  • Yılbaşı olayının beni en enterese eden yanı yılbaşı piyangosudur. Hatta bu sene kendime çıkacağından emin gibiyim. Şöyle bir strateji belirledim ki insanlar gidip bütün çıkmayacak biletleri alacak. Ben de en son gün gidip kalan ve tutacak olan biletleri alıp zengin olacağım. Akşam haberlerinde de sırıta sırıta "ikramiye ile 600.000 binek otomobil alınabiliyor" haberine bakıp "ohooo ben pazarlıkla 700.000 tane alırım o zaman" diyerek sevineceğim.
  • Yurdumda yılbaşı kutlanmasına karşı olan bir grup insan var. Dikkat ettim ki onlar yılbaşında eğlenmemekle kalmayıp iyice bir de somurtuyor. "Madem bugün eğlenmiyorum eğlenmediğim de iyice belli olsun, biraz limon yalayım da iyice ekşitebileyim suratımı, daha bir kaknem olayım" der gibi bir halleri var. En eğlenilen yerlerin yakınında durum kollarını bağlayıp oturduğu yerde somurtabilir bunlar her an, hiç şaşırmam.
  • Şimdiden siz sevgili okurlarımın hepsine iyi seneler derken şimdi aklıma gelen bir fikir doğrultusunda "acaba yeni yıla girilen anlarda oturup blog mu yazsam" diye düşünerek yılbaşı anlarını ne kadar çılgınlarmışcasına ve coşkulu kutlayacağımın ipuçlarını size vermekten kıvanç duyarım. Neşeli seneler sağlıklı yıllar dilerim efem.

Örnek yolcu

28 Aralık 2009 Pazartesi

Evimden okuluma giderken eskiden kullandığım otobüs hattında sempatikler sempatiği bir şoför vardı. Öyle ki otobüsle üst geçitten geçerken "şu anda 20 fit yükseklikteyiz" ya da "son seferimin son durağına yaklaşıyorum ve evime gidip karımın yaptığı fasulyeyi yemek için sabırsızlanıyorum" gibi enteresan cümleler kurardı. Birgün yine sabah haliyle ilk duraklardan bir tanesinden bindim otobüse. Baktım bu sempatik şoför direksiyonda. Tam akbilimi basarken "hoşgeldiniz, günaydın beyefendi nasılsınız?" dedi, ben de insan bir kimse olduğum için "çok teşekkür efendim sizi sormalı" dedim, o da "çok tefekkürler beyefendi hayırlı yolculuklar" dedi, ben de "kolay gelsin" deyip geçtim o eski Mercedes otobüslerin karşılıklı bakan ve hiç sevmediğim 4'lü koltuğunun en düz ve en cam kenarı olanına.

Tıngır mıngır ilerlerken otobüs, tam E5'e çıkmaya birkaç durak kala bu şoför dellendi. Ben de kulaklığımı takmış sakin sakin müzikler dinliyor olduğum için baştan pek ciddiye almadım. Ancak gördüm ki arada sırada direksiyonu bırakıp eliyle beni işaret ediyor sanki. "Selam verdik kabahatli mi olduk" diyerekten usulca çıkarttım ki kulaklığı bir de ne duyayım. Otobüsün örnek yolcusu olmuşum. Şoför oturduğu yerden "80 kişi bindi otobüse hepsine selam verdim de içinizden sadece şu beyefendi karşılık verdi, nasıl millet oldunuz yahu bunca insandan sadece bir tanesi mi selam verir?" diye öykünüyor. Adam sinirlenmiş o tamam ona diyecek birşey yok. Ancak ben babası sınıf öğretmeni olup da sınıftaki tek takdir almış öğrenci gibi kaldım otobüsün ortasında. Kimsenin sevmediği örnek öğrenci gibi kaldım. Enteresan bakışlar arasında (aslında sonrasında da uyuyarak) baya bir yol almıştım.

Şöyle böyle #10

27 Aralık 2009 Pazar

Hey gidi hey şöyle oldu böyle oldu diye yazmaya başladığım bu madde madde yazıların da onuncusunu da yazıyorum sonunda.

  • Yılbaşı kabusum olan soru tekrar karşımda. Günde nice kereler yılbaşında ne yapacağım sorusuna maruz kalıyorum. İşin kötüsü karar vermedim dedikçe cevap alamayanlar tekrar tekrar soruyor, haliyle her geçen gün de bunu soranlar sayısı artıyor.
  • Deliye hergün bayram ise delirmek üzere olan birine de her gün arife (arefe?) mu oluyor haliyle? Mesela her gün bayram temizliği falan mı yapıyor bu insanlar? Ya da gidip bayramlık mı alıyor kendisine?
  • Kamera şakalarına oldum olası uyuz olmuşumdur. Hatta isterim ki elimde en sopayla yürüdüğüm bir anda bir şakacı gelsin beni bulsun da kaşına gözüne vurayım o sopayı. Hatta herif şaka dediğinde bir kere daha vurayım. Polis de sorarsa derim bu bana böyle böyle yaptı sonra da şaka dedi inanmadım diye.
  • Fox TV'deki amerikan güreşi olan Smackdown'da bir karakter var ismi Undertaker, bizimkiler de bunu mezarcı olarak çevirmişlerdi galba. Oysa ki alttan alan deselerdi birebir çeviri yapıp çok neşeli olmaz mıydı?
  • Geçen gün bir özlü söz duydum (her zamanki gibi söyleyenini unuttum) çok hoşuma gitti burdan da hepinizle paylaşmak istedim: Eğer elinizde bir çekiç varsa herşey bir çivi gibi görünmeye başlar.
  • Eskiden kış mevsiminde sobaların üstüne mandalina kabuğu konurdu çok güzel kokardı. Günümüz kombili evlerinde yaşayan çocukları bunları bilmiyor mesela.
  • Olur da birgün Wikipedia adlı site kapatılırsa Türk gencinin akademik kariyeri biter. Türk öğrencilerin ödev ortalaması 30'un altına düşmezse ben de bu blogu kapatır giderim.
  • Dünyanın en enteresan şeyi eline fotoğraf makinası almış birkaç Türk gencidir. Verin ellerine kamerayı geçin uzaktan seyredin. Ne yaratıcı fikirler, ne sıradışı akrobatik hareketler. Bunu bir kere gören kişi bir daha National Geographic izlemeye tövbe eder, belgeselin kralını Türk gençleri oluşturur.

Neşeli hayat ne kadar neşeli

26 Aralık 2009 Cumartesi

Kaç zamandır hangi kanalı açsam Yılmaz Erdoğan ve BKM ekibini çektikleri film hakkında konuşurken görüyordum. Sonunda da dayanamayıp gittim sinemaya "acaba neymiş bu kadar konuştukları film" diyerekten. İzlemeden önce de ne beklemem gerektiğini çok iyi biliyordum. Başrolde naif karakterlerin olduğu filmler nedense daha çok beğenilmiştir. Örneğin Hokkabaz filmindeki sihirbaz olan karakter, ya da Herşey Çok Güzel Olacak filmindeki Altan'ın abisi, Takva'daki baş rol falan. Bunların hepsi naifliğiyle izleyenin gönlünde taht kurmuş, acıyarak sempati duyulmuş Türk filmi karakterleridir. Bu filme girerken de beklentilerim fakir ve naif aile babası para için noel baba olur, herkes buna güler, bu insanları sevindiriyorum diye sevinir doğrultusundaydı. Ancak gördüğüm en başarısız naif karakter buydu. Bir kere naif karakter kendi işini kurup patron olmaya çalışmaz pek. Sonra iş yeri batınca da eline sandalye alıp bam güm girişmez etrafa. Ayrıca naif karakter böyle cin yollarla zengin olma yollarına da girişmez. Maaşlı falan çalışır. Karakterler inandırıcılık açısından tatmin etmese de filmin içerisindeki ufak şakalar ve ironik durumlar filmi izlenebilir kılan detaylardı. Ancak medyadan benim gibi çok yüksek beklentilere sahip olduysanız onları unutup gitmenizi tavsiye ederim. Karakterler gerçekçi gelmese de yaşanan olaylar ve etrafta gördüğümüz maskot tarzı çalışanların arka yüzünü görmek açısından keyifli olabilecek bir film. Ama açıkcası merak ettiğiniz başka bir film kalmamışsa son tercih olarak gidip seyretmenizi tavsiye edebilirim. Şimdiden iyi seyirler.

Günümüz çocukları ne yapar

25 Aralık 2009 Cuma

Her dönem için yurdum çocuklarının adeta anlaşmışcasına ortak zevkleri vardır. Bu olay aslında dönemin ekonomik durumu ve medyanın etkisinden ibaret birşeydir. Misal babalarımızın amcalarımızın döneminde beş taş ve çelik çomak gibi bütçe gerektirmeyen oyunlar oynanırmış. Tabi ki bir de simit ve saklambaç gibi klasikler vardır ki onların dönemi hiç geçmez. Ancak gelişen sanayi durumlarıyla falan alakalı olarak benim çocukluğumdan sonra gözlemleyebildiğim kadarıyla bu olaylar çok hızlı değişmeye başlamış. Örneğin ben misket (bilye de der kimi insanlar) döneminin sonlarına yetiştiydim. Yani bir yandan oynardık ama bir yandan da oynayanlara demode gözüyle bakardık. Çok sıkılınca oynanan birşeydi yani. Sonrasında ise taso denen bir dalga çıktı ki tüm çocuklar bu plastik yuvarlağa kitlendi. O zamanlar tasonun kenarı ile diğer tasoya bastırılır, zıplattıktan sonra diğer yüzü dönerse o tasolar rakip tarafından ele geçirilirdi. Hatırlarım ki okulun en çok taso sahibi olan çocuklarından birisiydim ben. Bunun sebebi hem başarılı oynamam hem de o zamanlardan bugün ki tosun bünyemin temellerini atmaya and içmişcesine yediğim cipsler idi. Hatta nice kereler hatırlarım aldığım cipsten taso çıkmadı diye fıttırdığımı. Bu taso olayında da türlü cinlikler türedikten sonra bütün erkek çocukları and içmiş gibi futbolcu kartları satın almaya başladı. Kimisi sakızlı olurdu hatta, o da nasıl tuğla gibi bir sakız ise çiğnedikçe sertleşir, sertleştikçe kaybolurdu. Bu kartlar dediğim dönem de daha Fenerbahçe'li Uche'nin Deniz Uygar olmadığı zamanlar. Bugün ki teknik direktörlerin hepsinin saçlarının olduğu dönem. O kartlarla oynanan oyun da bir enteresandı. Sırayla karşılıklı kartları açıp üzerindeki numaralara bakarak biri diğerini alırdı. Bitmek bilmeyen ve tamamen şansa dayalı ilginç bir oyundu yani o da. Benim en son alakadar olduğum bu hadiseden sonra hiç haber alamadım bir daha günümüz çocukları neyi sevdiği, neyle oynadığı konusunda.

Geçtiğimiz aylarda futbol sever kuzenle gidip bir PES oynayalım dedik, yöremizdeki internet cafemsi mekanın PES oynanan ağır abiler bölümüne geçtik. Orda işte bir kere günümüz çocuklarının en büyük ilgi alanını duyma şansım oldu. Konu Fox TV'de yayınlanan günümüzün çok süslü amerikan güreşi. Muhabbet de o kadar kısır ki, herkesin seçtiği bir adam var, sırayla "oğluuum siyam pank ona yerden sekmeli duvardan düşmeli bir yanar döner tekme atarsa o biter zaten" ya da "hadi lan ordan jeff hardy telden uçurtmalı parandeli taklayla vurursa yığar o adamı oraya" diye konuşuyorlar sadece. Haftada da anca birkaç gün televizyonda seyredebiliyorlar bu hadiseyi. Bir an için tiksindim günümüz çocuk kitlesinden. Sonrasında da merak ettim acaba ben çoluk çocuğa karıştığımda benim tıfıllar neyle haşır neşir olacaklar diye.

2009'un enleri

Blog yazma sürecimin ilk yeni yılına doğru yaklaşırken ben de şu 2009 yılına genel bir bakış atayım en enteresan olayları medyadan, sağdan soldan gördüğümce yazayım dedim. Bu arada yakın zamanda bir yeni yıl yazısı yazacağımı da şimdiden müjdelemiş olayım burdan.

En meteorolojik optimist: "Kar yağsın hem mikroplar da kırılır" demesiyle Muammer Güler
En itirafçısı: "Ben zaten iç çamaşırı giymiyorum" demesiyle Kadir Topbaş
En Kasımpaşalısı: "Van münüst" sözüyle Recep Tayyip Erdoğan
En uçucusu: "Havada durdum şahitlerim var. Allaah... Allaaaaaah" demesiyle Sadri Yıldız
En sevişgeni: Asansörde damacana ile cinsel temas halinde yakalanan genç
En öpüşgeni: "Her yerinden öpüyorum Rüştü" demesiyle Ertem Şener
En ağzı burnu dağılan: Berlusconi
En büyük kaybı: Micheal Jackson
En başarılı takımı: FC Barcelona
En büyük tartışma konusu: UGG
En büyük sallayanı: "Biz de 5 sene üst üste şampiyon oluruz" demeciyle Yıldırım Demirören
En büyük hüsranı: Facebook'un video paylaşım sitesine sonra da oyun paylaşım sitesine dönüşmesi.
En korkulanı: Domuz gribi
En ali kıran baş keseni: "Federasyonun verdiği ceza haksızdı, ben Emre abinin boğazını sıkmaktan başka birşey yapmadım" demesiyle Sabri Sarıoğlu
En üzücü gideni: Roberto Carlos
En taklacısı: Batmakla yetinmeyip aynı anda ters dönen Karaköy iskelesi

Giden konforun ardından #2

24 Aralık 2009 Perşembe

Soğuk bir eylül günü birincisini yazdığım giden konforun ardından yazısının ikincisini yazacağım günü endişe ile bekliyordum. İşte o kara gün de bugünmüş. Artık trikotaj alanından bir kısıtlama darbesi daha yedi naçiz bedenim ve artık montumu almadan dışarı çıkmaz oldum. Eğer benim gibi kalıplı bir kimse iseniz de mont büyük bir ızdırap olur. Kalabalık yerde hafiften savurarak giydiğimde fırtınalar mı kopmadı, sıcak bir kantine girdiğimda koyacak yer mi bulamadım, güneş açtığında elimde taşırken adeta büyüyüp bir gemi yelkeni gibi mi olmadı. Hele bir de benim gibi otomobil kullanıcısıysanız ayrı bir dert. "Zaten araba 2 adım mesafede" diyip montu almazsanız kesin hasta olursunuz. Evden montu giyip çıktıktan sonra arabaya binince benim gibi arabanın içinde sadece 2 su bardağı hacminde yer kalıyorsa o mont mecburen çıkar. Ancak arabanın içinde hırpani hareketlerle mont çıkartmak da ayrı bir ızdırap. İndikten sonra tekrar giymek ayrı bir ızdırap. Sınıf ortamında koyacak yer bulmak ayrı bir ızdırap. Tek artısı çok cebi olduğu için mp3 çalar, kalem koymak açısından bol avantajı var. Ancak onlara acil bir ihtiyacınız doğduğunda o montla cebelleşip bulması ayrı dert. Kısacası monttan yana derdim var dostlar. Yazıma da karikatürist Umut Sarıkaya'nın bütün hislerime tercüman olan bir karikatürü ile son vermek isterim...

Tchau Roberto Carlos

Yegane sosyal faliyetim olan maça gitme olayı benim için son derece yorucu bir o kadar da keyifli bir hadise olagelmiştir. Ancak geçen hafta gittiğim bir maç şimdiye kadar izlediklerim arasında bambaşka bir yere sahipti. Başlıktan da tahmin edilebileceği üzere geçen hafta gittiğim maç Fenerbahçe ve Sheriff arasında oynanan maçtı. Bu maçı bu kadar özel kılan şey ise Türkiye'ye gelmiş en kariyerli ve en çok Avrupa maçı oynamış olan dünyanın bir numaralı sol beki olan Roberto Carlos'un veda maçı olmasıydı. Türkiye'ye nice yabancı ve kaliteli futbolcu gelmiştir ancak aralarında sadece Roberto Carlos'un internetteki videolarını seyredip de "piüü vay vay vay nası vuruyo la bu adam topa böyle" dediğim tek adamdır. Yorumcuların da "bu adam oynamıyor, eski Carlos böyle miydi?" diye sormalarına zerre kulak asmadan ben Roberto Carlos'u sadece örnek alınması gereken mütevazi karakteri ve sempatik tavırları ile hatırlıyorum. Ayrıca bir de şu var ki maç öncesinde futbolcuları tek tek tribüne çağırırken Selçuk Şahin'i çağırmak var bir de Roberto Carlos'u çağırmak var. Bunun için de Fenerbahçe klübüne teşekkür etmek gerek sanırım. Gidişinden sonra da hala bunca spekülasyon yapılırken ben inandığım üzere ailevi sebepleri ile ülkesine dönen bu minik dev adamın Türk futbol seyircisi üzerinde çok büyük bir etkisi oldu. Ben de burdan kendisine sonraki futbol ve aile yaşantısında başarı ve şans dilemek istedim. Ayrıca aynı klüpte oynayan takım arkadaşlarına ve hatta ülke çapındaki tum futbolla ilgili insanlara örnek olmuş olmasını dilerim. Kendisini Türkiye'de görmek benim için çok büyük bir keyifti. Güle güle Roberto Carlos.

Yakın çizgi tarihim

Her heyecanlı yurdum genci gibi ergenlik yıllarımla birlikte ben de mizah dergilerine merak saldıydım. Yanılmıyorsam ortaokul ikinci sınıftayken gidip ilk mizah dergimi almış ve aile bireylerinin endişeli bakışları arasında bol küfürlü karikatürleri gülerek okumaya başlamıştım. O zamanlar aylık dergi olarak L-manyak ve Leman vardı sadece. O zamanlar benim için L-manyak okunabilecek en eğlenceli dergiydi, ama aylık çıktığı için onun bekleme sürecinde de Leman okuyordum.

Böyle geçen yıllardan sonra haliyle ilgi alanlarım da değişmeye başladıkça biraz daha Leman, daha az L-manyak okumaya başladım. Hatta L-manyak'ta ki çizgi dizilerden sadece daha önceden okuduklarımı takip ederken yeni başlayanlar pek ilgimi çekmemeye başladı. O zamanlar Memcoş diye bir çizeri takip ederdim, ama ilerleyen zamanlarda "la nası insan bu, nesine gülmüşüm ben bunun" demeye de başladım. Ayrıca bu zamanlarda L-manyak ve Leman da mitoz bölünme ile Penguen ve Lombak oldu. Bildiğim birçok kaliteli yazar da bu yeni dergilere geçtiği için ben de yine bir hevesle bu yeni dergi sürecine başladım.

Bu esnada lisenin son üniversitenin ilk yıllarında biraz da siyaset merakım ile Penguen'in ikinci üçüncü sayfasındaki güncel ve siyasi haberlere de göz gezdirmeye başladım. Göz gezdirdikçe de buhranlardan buhranlara girdim. Bu esnada da bir dönemin kaliteli çizerleri Lombak'a geçtiği için aylık formatlı dergiyi de bir süre daha hevesle okumaya devam ettim. Ancak Penguen'de ki yeni çizerlerin özgünlüğü ve gayretleri ile esas ilgim yine haftalık çıkan popüler dergi olan Penguen'deydi ve perşembe günlerini hevesle bekliyip cuma günlerimi nispeten neşeli yapan şeydi bu dergiler. Bu süreçte de eski okuduğum dergilerden de iyice uzaklaştım.

Şimdi ise son dönemimde bu yeni yeteneklerin kurduğu Uykusuz isimli dergiyi hevesle okurken Penguen'i de arasıra aklıma eserse alıp okuyorum. Leman ve L-manyak'ı ise hatırlamıyorum bile diyebilirim. Bu son dönemimde de gördüm ki mizah dergileri siyasi ve güncel olaylara bakış açısı sahibi olmak için doğru bir adres değildir. Şöyle ki bu dergiler sadece "şu kötü, bu çok kötü, beriki daha da kötü" tandanslı yazılar ve karikatürler çözüm üretmek yerine sadece her durumun kötü yönlerini gösteriyor.

Bu anlattığım süre yaklaşık 10 senelik bir süreye tekabül ediyor. Tek değişmeyen şey ise şuydu ki bu dergilerin hepsini sarı saman kağıda basıldı ve öyle okuduk. Daha da kötüsü çizerlerin albümleri de benzer kağıda dandik bir kapak ile basılırdı. Onlarla da insanın arşiv yapası gelmezdi açıkcası. Ki zaten genelde tek karelik tek şakalık karikatür dolu olduğu için bu kitaplar, internette elden ele dolaşan tek karelik karikatürlere bakmaktan pek de farklı değildi. İçinizden mizah dergisi okuyanların bu yazıyı buraya kadar okuduğunu, mizahla işi olmayanların ise yazıyı okumayı çoktan bıraktığını biliyorum. Şimdi biri bana çıkıp da "sevgili parahuman, bunca şeyi niye anlattın?" diye soracak olursa ona da cevabımı vereyim.

Aylık kitapçı ziyaretim sırasında birkaç yıldır neşe ile takip ettiğim bir çizer olan Ersin Karabulut'un (ki aslında kendisinin hayatını bu kadar samimiyetle anlattığı için çok riskli bir iş yaptığını ve çevresinden gelen yorumlar yüzünden çok yıprantığını tahmin ediyorum) geçtiğimiz aylarda çizdiği çizgi hikayesini düzenli takip edemediğim için kitap halinde görünce atladım aldım. Ancak Türk mizah tarihinde sanırım bir ilki elimde tutmuş oldum. Şöyle ki sert kapaklı olan bu kitap, kuşe kağıdıyla da beni şaşırttı. Ayrıca yanlış bilmiyorsam Türk yapımı olan ilk çizgi hikaye olan bu kitap son derece makul bir fiyataydı. Bu basım kalitesi konusunda bir katkısı var mı bilmem ama Ersin Karabulut'a büyük bir teşekkür etmek gerekiyor sanırım böyle bir ilke imza attığı için. Ayrıca kitabı okurken de Kadıköy ve o civardaki tanıdık mekanları görmek adeta akşam haberlerinde ekranda kendini yolda yürürken görmek kadar heyecan vericiydi.

Şimdi düşündüm çok mu ciddi bir yazı oldu diye ama bence mizah önemli bişey. Kaliteli mizahı da severim mizahçısından ötürü. Bunca yıldır mizah dergilerini de takip eden birisi olarak böyle bir gelişimi görmek beni çok sevindirdi, ümitlendirdi. Bunu da yazmadan geçemedim. Ayrıca bu noktada bir parantez açıp hikayenin ve çizimlerin de son derece kaliteli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Hatta şunu da düşündüm okurken, eğer Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmi henüz çekilmemiş olsaydı bu hikayenin filmi yapılabilirdi. Daha fazla uzatmayayım şimdilik bu sıkıcı yazımı, yine de Türkiye'de çizgi roman nasıl olur diye merak eden birileri varsa monitörleri karşısında Ersin Karabulut'un Sevgili Günlük isimli çizgi hikayesini şiddetle tavsiye ediyorum. Ayrıca yine aynı çizerin kendisi ile ilgili şeyleri çizdiği kitabı olan Sandık İçi'ni de tavsiye ederim. İyi okumalar şimdiden.

Şöyle böyle #9

23 Aralık 2009 Çarşamba

Sancılı okul sürecim arasında bloga zaman ayıramama ızdırabı içerisinde yanıp tutuşurken yine birikmiş ufak tefek mevzulardan bir şöyle böyle yazısı yazayım dedim.

  • Nicedir bir reklam görüyorum, diyor ki "Doritos'un yeni malzemelerini ve adını bulun %1 hisseyi alın". Ben pek öyle şirket olaylarından falan anlayan birisi değilim ama bu %1 hisseyi aldıktan sonra şirket devamlı zarar etmeye başlarsa bu adam kazandığı ödülle rezil olmaz mı? Zarara falan girmez mi mesela?
  • Bir çevirmen daha "çok süper" anlamına gelen fantastic kelimesini fantastik olarak çevirirse ya cinnet geçiririm ya da elime aldığım taşı bu çevirmenin ağzına vururum.
  • Hoplamalı zıplamalı ayran reklamları da çok saçma geliyor bana. Öyle delişmen delişmen dansedip saçını başını sallayarak dans eden insanlar hiç ayran içecekmiş gibi gelmiyor bana. Ayran ağır başlı insan içeceğidir biraz.
  • Ersan İlyasova'lı laptop reklamı da son yıllarda gördüğüm en kötü reklam sanırım. 4 çekirdekli diye Ersan da 4 tane oluyor, ama yetmiyor bir de kocaman oluyor, ama hepsi de ayrı telden çalıyor. Biri kenarda hava yapıyor diğeri basket atıyor falan. Dikkatli izleyince görünüyor bu olay.
  • Süpermarketlerden alınan ekmekler fırın ekmeklerine göre daha bir itici gelegelmiştir hep bana.
  • Çocuklar Duymasın'da ki o havuç velet büyüdükçe en antipatik insan oldu çıktı. Keşke dizi biter bitmez bu çocuğu alıp adını sanını duymadığımız bir ülkeye götürselerdi de o sempatik ufak tefek haliyle kalsaydı hafızalarda.
  • Bazı dizilerde görüyorum da zengin evi kahvaltı sofralarında portakal suyu ve çay yanyana durur. Bizimkiler dizisinden itibaren de hep böyle olagelmiştir bu durum. O nasıl bir samimiyetsizlik, nasıl bir görmemişliktir? İkisini de aynı anda içecek insan zaten midesizin önde gidenidir, bütün aile öyle midesiz olamaz. Birer birer içiyolar desem çay soğur portakal suyu ısınır bir güzelliği kalmaz. Kimse o sanat yönetmenleri sonradan zengin olan insanların bu diziye bakıp da saçma sapan bir kahvaltı etmesine vesile olmuştur belki de. Bunu öğrenmek hoşuna gider mi şimdi onların da? Bunu okuyunca hepsi çok pişman olacak biliyorum.
  • Bilet alırken "yarım" kelimesinin öğrenciyi temsil etmesine sonuna kadar karşıyım. Öğrenciysek de en az 1 insan kadar girip görücem ben de o biletle girilen şey neyse neden yarım insan gibi hissedeyim kendimi. Öğrenci olmayandan neyim eksik de yarım olarak adlandırılıyor benim alacağım bilet statüsü.
  • Uykusuz gecelerimin bir numaralı kurtarıcıları genelde NBA maçları oluyor. Ancak bir de şu var ki NBA maçlarını da böyle keyifle izlememin en önemli sebeplerinden birisi Kaan Kural'dır. Bilgisine falan zaten diyecek söz yok ancak bu kadar heyecanlı, işini hevesle yapan, ahlaki değerlere bağlı insan olması da kendisine olan sempatimi 3'e katlıyor. Hatta sırf Kaan Kural için gidip RTÜK'e başvurmayı düşünebilirim, çünkü maç izlerken arasıra gaza gelip bir "oha" nidası ile başlayıp sonra buna kahkaha süsü verip "ohahahahaha" diye devam ediyor. Gerçi yasak olmasa da saygısından söylemezmiş gibi geliyor bana ama neyse. Ha ayrıca ne zaman uyuyor ne zaman uyanıyor onu da bilemedim, ne zaman NTV Spor'a baksam (genellikle en olmadık saatlerde) canlı bir maç ya da programda bulunuyor.
  • Sanıyorum ki bir haber sitesinin kalitesi sağdan soldan fırlayan reklamların azlığı ile doğru orantılı.

Firavun ve ibret

21 Aralık 2009 Pazartesi

Güncel olaylardan geri kalmayayım diye internetteki haber kaynaklarını tek tek dolaşıyordum yine az önce. Siteden siteye sekerken her tarafı reklamlı, Türkçesi ağdalı bir sitedeki başlık beni benden aldı. Başık aynen "3000 yıllık Firavun'un ibretlik görüntüsü" idi. Ben de merak ettim içeriğini bir okuyayım dedim. Ayrıca burda da bir parantez açıp Türk Dil Kurumu'na göre ibret; kötü bir olaydan alınması gereken ders, uyarıcı sonuç demekmiş.

İlk olarak ibret kelimesinden ve sitenin şekilsizliğin bu işin altından bir din propagandası çıkacağını tahmin etmiştim. Ancak sorun şuydu ki 3000 yıl öncesinde bu adam hristiyan da müslüman da olamazdı. O yüzden ne olmuş da böyle olmuş merak içerisindeydim. Açtım okudum da üşenmeden. Zamanın peygamberlerinden Musa gidip Firavun'u kendi dinine davet etmiş. Firavun da kabul etmemiş, ve bunları kendi topraklarından göndermiş. Sonra da bu kuru kuru gönderme kendisini rahatsız etmiş olacak ki toplamış askerlerini de düşmüş bunların peşine. Musa da o meşhur hareketini yapıp denizi ikiye yarıp geçmiş, Firavungiller geçerken de deniz kapanmış, Firavungillerin alayını su götürmüş. Ancak son anda Firavun çok pişman olmuş da secdeye gelmiş. Şimdi ilk olarak mumyanın şekline bakınca secdeyi yanlış yapmış gibi duruyor. Omuzlar falan yamuk. Onu da geçtim nası bir hırs ile secde edip kendini kasmışsa sular dalgalar falan da hiç bozmamış bu yanlış secde halini. Bunları da geçtim bildiğim kadarıyla milattan sonra 600'lü yıllara kadar secde diye birşey yoktu. Ha eğer Firavun'a son anında secde olayı vahiyle geldiyse, o da bir nevi peygamber sayılır bu sefer de ibretlik olayı kalmaz. Bu olayı da Kuran'da geçen "işte bu yüzden ibret olsun diye senin cesedini bozmadan denizden çıkarıp kıyıya atacağız" gibi bir cümleye bağdaştırmışlar. Gelin görün ki bu mumya sargılar içerisinde bir piramidin altından çıktı. Ayrıca nesini ibret alıcaksın ki adam kral, krallar gibi yaşamış, öldükten sonra bile nasıl bir ihtimam göstermişlerse cesedi sağlam kalmış.

Bunu yazmaktaki amacım da ortalığı karıştırmak falan değildi. Tee kaç zaman önce yazdığım iman gücü ile AIDS'e karşı koymak yazısında da olduğu gibi din propagandası yapmak için bilgileri kafasına göre çarpıtıp halkı cehalete sürükleyen bir gruba karşı bir şeyler yapmaktı. Umarım ki insanlarımız en azından okurken biraz da düşünür de doğru ile yanlışı ayırt eder.

Kreatif hırsızlık

20 Aralık 2009 Pazar

Geçen gün okulda 3 bilgisayar mühendisi adayı 2 de endüstri mühendisi adayı oturmuş "hangi hayırsız yöntemlere başvursak da çabalamadan, konforumuzdan ödün vermeden zengin olsak" tandanslı bir konuşma sürdürürken konu Türk hırsızların kullandıkları çarpıcı yöntemlere geldi. Telefonla bir evi arayıp "50 milyara süper yazlık satıyoruz haftasonu gelin ücretsiz otobüsle gezdirip geliyoruz" dedikten sonra adresi alınan evlerin soyulması gibi hadiselerden sonra benim de aklıma yıllar yıllar evvel okuduğum, bazı skeç programlarında kullanıldığına emin olduğum şu hikaye geldi.

not: Hikayede adı geçen kişiler falan hepsi benim uydurmamdır.

2 bireyli Tomruk ailesi evinde oturmuş akşam vakti tatlı tatlı televizyon seyretmektedir. Nispeten ilerlemiş saat doğrultusunda ev ahalisinin uykusunun gelmesinin yanı sıra ortamın karanlığından faydalanan sinsi hırsızımız yavaşça çatıya çıkar ve antenin kablosunu bir makas marifetiyle kesiyor. Ev ahalisi de haliyle "televizyon da bozuldu bari uyuyalım" diyip vuruyor kafalarını yastığa. Ertesi günün sabahında sinsiler sinsisi hırsızımız evin karşısında bir yerde beklemeye başlıyor. Evin beyi işe gittikten birkaç saat sonra kendisine verdiği televizyon işçisi süsü ile çalıyor kapıyı. Haliyle kapıyı evin hanımı açıyor. Hırsızımız "yenge, abi bizi iş yerinden aradı gönderdi burada arızalı televizyon varmış sanırım onu alıp tamire götürecez biz" diyor. Kadın da adamdaki bu bilgi fazlalığından kafası karışıp veriyor televizyonu. Hırsızlığın esas neşeli kısmı ise bundan sonra başlıyor. Aynı haftasonu 2 kişilik Tomruk ailesi balkonda kahvaltı ederken hanım bir de ne görsün. Televizyonu alıp giden hırsız aynı kostümle sokakta yürüyor. "Bey bey bizim televizyonu alıp giden adam işte bu" deyince evin beyi olan Mülayim Tomruk durduğu yerde duramayıp pijaması ile koşuyor sokağa başlıyor bu adamı kovalamaya. Sonrasında ise yine çalan bir kapı, yine kapıyı açan Nevriye Tomruk, ancak bu sefer karşısında nispeten düzgün giyimli bir adam. "Yenge, abi hırsızı yakaladı şimdi karakolda. Ama tutanak için kimliği gerekmiş, cüzdanı da pantolonun cebindeymiş galiba." diyince eviminizin hanımı yine o panikle cüzdanı da veriyor bu yaratıcı hırsızlara. Böylelikle yaratıcı hırsızlarımız kendi yöntemleriyle bir televizyon bir de içi dolu cüzdan indirmiş oluyorlar.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim olur da yarın öbürgün biri bu yöntemle bir evi soyup sonra da hakime "bana bu yöntemi şu sitenin yazarı söyledi yoksa benim aklımda yoktu hırsızlık" falan derse ilk girdiğim hapishaneden onun hapishanesine kadar güzelce bir tünel kazarım. Üşenmeden gidip orda bir güzel ağzına gözüne ver ederim silleyi tokadı. Sonra da kendi cezaevime döner cezamı çekerim. Hukuka olan saygım da var yani. Ama canım sıkıldıkça da tünelden gelir gider döverim o denyoyu onu da tekrar hatırlatayım.

Türkler ne arar #2

19 Aralık 2009 Cumartesi

Sadık okuyucularım hatırlayacaktır bundan aylar önce bir yazı yazmıştım yine bu başlıkla. Hatta blogumun 111. yazısı olması nedeniyle de hep aklımda kalagelmiştir (böyle bir fiil olamaz sanırım) o yazı. Bilmeyenler için özetlemek gerekirse insan ötesi yöntemlerim sayesinde insanların Google'da ne arayıp da benim naçizane bloguma yöneldiğini görebiliyorum. Gördükçe de Türk insanlarının aradığı şeyleri gördükçe şaşırmalardan şaşırmalar beğeniyorum (böyle bir fiil de olamaz herhalde). Daha fazla uzatmadan buyrun diğer yazıdan sonra insanların neyi arayıp beni bulduklarının özeti.

staj defteri yazım istanbul ticaret üniversites - Sondaki "i" harfinin eksikliğine dikkat çekmek isterim ilk olarak. İşin ilginç tarafı bu aramadan 4 kişi gelmiş sayfama. Ya 4 kişi de aynı şekilde yanlış yazdı ya da bir kişi bir kere yanlış aradı 4 kere girdi. İki türlü de enteresan bir durum.

inci baba - Bunu arayan o kadar çok kişi benim sayfama gelmiş ki en sonunda merak edip aradım kimdir bu İnci Baba diye. Bir de gördüm ki evinde leopar besleyen bir mafya babasıymış. Google and içmiş herhalde başımı belaya sokmaya, hiç böyle bir yazı yazmamış olduğum halde mafyatik insanları yönlendirmekten çekinmiyor legal bloguma doğru.

bilgisayar mühendisiyim - Bunu arayan ya yeni bilgisayar mühendisi olan bir görgüsüzdür, bunu Google üzerinden tüm dünyaya duyurmaya çalışıyordur, ya da bilgisayar mühendislerinin ne yaptığını ne yediğini ne içtiğini merak eden birisi böyle arıyıp bilgisayar mühendislerinin gizemli yaşantısıyle ilgili bilgi edinmeye çalışmıştır.

buğra emre beşel - Kimdir tanımam. Meşhur falan biri de değil gördüğüm kadarıyla. Böyle birinden bahsetmişliğim de yokken Google bu aramayı neden benim sayfama yönlendirmiş yine anlamak mümkün değil.

mücahit günaydın asansör, - İşte Türk insanının nasıl bir paradoks olduğunun en büyük göstergelerinden birisidir bu arama. Birbiriyle tamamen alakasız 3 kelime ve sonunda bir adet virgül. Bu aramadan da 2 kişi gelmiş olduğunu belirtmekte fayda var. Ayrıca bunu anlamlı bir şekilde açıklayabilen ilk okuyucuma ücretsiz kolbastı kursu veriyorum.

abdürrahim albayrak fan yorumları - Adamın orjinali varken o adamın fanlarının yaptığı yorumları neden merak eder bir insan? Bence bu adamı çok seviyordur ve "bakayım fanlarından uygunsuz birşey söyleyen varsa kavga çıkarayım" diye düşünerek kavga istediğini dindirmeye çalışıyordur.

almanya kırısmıs nasıl geçer - Gece gece kafa yorsam mı yormasam mı diye baktığım bir arama daha. Almanya nasıl kırışmış olabilir? Ya da Almanya'da olan kırışıklıkların ayrı özel bir durumu mu var. Şifreli şeyler mi arıyor insanlar napıyor anlamıyorum.

ankaragücü kırım kongo - Ankaragücü'ne gizli bir tuzak mı var yoksa? Bunu arayan kişi belki de o sabah antreman sahasına girip bir adet kene bırakıp kaçtı ve akşam da bu sinsi planında başarılı olup olmadığını görmek için Google'a koştu. Olamaz mı?

ardahanlı inci baba - Yine bir İnci Baba araması daha. Kendisine burdan saygılarımı hörmetlerimi iletiyorum.

ağva kedisi - Bilmezdim böyle bir özel tür olduğunu. Belki yoktur da ama halkta böyle bir beklenti var demek ki arıyorlar Google ortamlarında. Bulan gören varsa haber versin bu kediyi.

beni benden alırsan seni sana bırakmam sözünü açıkla - İsterdim ki elime bir adet vileda sopayı alayım da matrix olup sanal aleme akıp blogun kapısında durup elimdeki viledayla ittireyim bu aramayı yapıp benim sayfamı bulup girmeye çalışan adamı. Bir de bunun sonunu "açıklayınız" yapıp arayan biri daha var. Ben hakir göreyim diye yazdım sözü bizim insanlar da anlamı merak etmiş de düşmüş internet yollarına.

burger king pis hayvan kes - İnternette saçma sapan koşullarda hayvan kesilen resimlerin, videoların altında "işte burger king böyle yapıyor" diye yazan provakatörlere inanmış birileri olacak ki bunu tekrar görebilmek için bi de arama yapmış.

cem nereye kactin - Görünüşe göre Cem benim bloguma kaçmış ki arayan da benim bloguma girmiş. Gelin görün ki internette arama yapmanın mantığı böyle birşey olmasa gerek.

dalgıç maaşları - Bilgi içerikli birşey arayan birileri de çıkıyor tabi arada ama ben bu blogda ne dalgıçlarla ne de maaşlarla ilgili birşey hatırladığını hiç hatırlamıyorum. Ama bilirim ki dalgıç maaşları baya iyidir eğer bunu arayan kişi iş bulabildiyse kendisine burdan selam ederim, bir yemek falan ısmarlarsa cennet yolunu yarılar bence.

domuz gribi sansür - Hastalıkla ilgili anılarımı yazmıştım, benim engin bilgilerimden faydalanmak isteyenler olabilir ama bir hastalıkla bir sansür durumu nasıl bağdaşmış onu da bilemedim.

facebooktaki gizli - İşte yurdum insanının çakal yönüne bir örnek. Devamını getirmemiş aramanın, böylelikle de Facebook'ta gizli ne var ne yoksa göreyim demiş. Kendisinin gözlerinden öperim.

fransadaki issizlik parasi - İşte Türk'ün aklını en çok kurcalayan bir diğer konu: yatarak para kazanmak.

gelecekten gelen adam - Böyle bir duyum alınmış heralde ki bir heves aramışlar. Olduysa böyle birşey biri haber versin de zaman makinası yapmaya çalışan varsa hala çabalamasın zaten yapılmış diyelim.

gelecekten gelen gazete" - Böyle birşeyi neden aradığını bilemiyorum ama kalıbımı basarım ki bir gün gelecekten bir gazete gelse sadece Türkler gidip sayısal loto sonuçlarına bakıp o rakamları oynamayı akıl eder.

gerçek pirensesin konusu - Gerçek pirensesten kasıt nedir acaba? Prenseslik mertebesinin gerçekliği sanallığı neden benim blogumla bağdaşıyor netice itibariyle bunu bilmek istiyorum. Google'a dava açsam milyar dolar alırım diyesim var ama okumadan imzaladığım o kullanıcı sözleşmelerinde neler yazıyordu acaba diye de tırsmadan edemiyorum.

goalunited nan anlamı - Şu aradaki nan kelimesi çok dikkatimi çekti nedense. Bunu da bu yüzden koyayım dedim bir anlayan olursa beni de aydınlatsın diye.

haktan salağı - İşte Türk'lerin en büyük özelliklerinden birisi daha: söverek övmek. "Neyi arıyosun" "ya bizim haktan salağını arıyorum çok iyi heriftir" diyaloğu gözümün önüne geldi bile. Yine neden benim blogumda son buldu bu arama onu da bilmiyorum. Bilmek de istiyor muyum onu da bilmiyorum.

human tarım - Gözümün önüne getirmek istemiyorum. O ne la öyle matrix gibi. Düşmanımın başına gelmesin böyle şey. İnsanın tarımı mı olur lan?

inci baba 3 milyona serbest - Bitmiyor İnci Baba'nın arayanları, yine saygılar hörmetler. Yalnız nasıl da azılı biriyse 3 milyona serbest bırakmışlar. Eski TL mi yeni TL mi acaba?

insan bu kadar aciz ve zayıf olur hayattan kaçarcasına - İlk gördüğümde "hayde bre ne yüce şairler giriyormuş bloguma" dedikten sonra dikkatli okuyunca hiçbir anlamı olmadığını gördüğüm bir arama bu da. Uzaktan bakınca hayatın anlamına benziyor dikkatli bakınca sucuklu yumurta tarifine benziyor sanki.

kabus ozkan1 - Madem kabus niye arıyorsun? O sondaki 1 de neyi ifade ediyor bilmiyorum. Yazım hatası deilse çok şaşırırım açıkcası.

marduk 1. gün - Marduk'un geleceği kesin olmuş da ilk gününde neler yapacağının tasası düşmüş insanlara. Ayrıca meteor çarptıktan sonra ilk gün olsa ne olur 1 yıl sonra olsa ne olur. Ölecek la herkes.

marduk la ilahe - Bu dindar kardeşimiz de Marduk'u merak etmiş aramış ama ararken de dinden falan çıkıyor muyuz acaba diye kendini garantiye almış. Ya da belki Marduk suresi falan vardır da ben bilmiyorumdur.

mucayitlangırt2 - Bu arkadaşımız da kelimeler arasındaki boşluğu gereksiz gören birisi olsa gerek. Tahminimce o ilk kelime de mücahit olmalıydı. Sondaki 2 ise yazım hatasına dikkat çekmemek için konulmuştur ama benden kaçmaz tabi yazım hataları.

okulda zaman nasıl geçer - Acını paylaşıyorum öğrenci kardeşim demekten başka birşey gelmiyor buna elimden.

potansiyel kriminaller - Yine hiç yazmadığım bir konudan birisi aramış gelmiş sayfama. Efendi efendi blog yazarken Google neremde nasıl bir kriminallik gördü onu da bilemedim.

sana lazer - "Sana lazer de bana ne?" diye cevap verebilmeyi çok isterdim bunu arayana.

sahibinden.com sucuk makinası - Yahu bu adama da (sucuk makinası arayan kadın yoktur herhalde) diyecek birşeyim yok çok spesifik birşeyi aramış satın almak amaçlı ama nasıl olmuşsa yine benim sayfama hiç olmadık beklentilerle gelmiş insanlar kervanına katılmış.

sansürsüz sayısal loto - Bizim milletin bu sansür takıntısını anlamadım. Sayısal Loto'da ne sansürü olacaktı ki 6 numara yerine 5 numara çekip son numarayı gizli çekip "siz tahmin edin bakalım" mı diyeceklerdi?

staj için para veriyorlar - He veriyorlar tabi. Hatta primi falan da var. Hatta isteyince patron arabayı falan da veriyormuş. Parayı da geçtim şirketi üstüne yapar bu iyimserlikle.

tost kafa oyun - İlk etapta kafamda canlandıramayıp merak ettiğim, sonrasında da milletimizin oyun konusundaki hırsı ve sınır tanımazlığı göz önüne alınarak düşündüğümde çok canice bir oyun olabildiğini düşünüp bulaşmamaya karar verdiğim bir aramadır bu da.

uçal lazer - Bunda da ufak bir yazım hatası var ama Türk genlerim sayesinde en ufak bir hata görsem bağıra bağıra söyleyesim geliyor bunu.

weather:acılın - Hava durumuna açılın mı demek istemiş yoksa çözemediğim bir yazım hatası var da ben mi anlamıyorum bilemedim yine.

www-küçük-mücahit-com- - Bunu arayan arkadaş da internetin konseptini pek anlamamış. Türkçe karakterler, nokta yerine tire işareti, en önemlisi bunu arama yerine değil adres yerine yazmak lazımdı.

youporn benzeri - Bunu arayana da diyecek birşeyim yok yine. Güzelim el değmemiş blogumdan pornocular mı medet umar olmuş yoksa?

yunankız salagı - Diplomatik kriz olacak bir arama da bu. Bir insan nasıl böyle birşeyi merak eder de arar, ya da ne bulmayı umar çok merak ettim. Yunan kızlarının akıllısı nasıl oluyor da salağı böyle merak uyandırıyor acaba.

şambalı olmadı - Esas bu yaptığın arama olmadı demek vardı buna ama ben efendi çizgimden kaymıyayım. İnsanlar olmuşları geçmiş de olmamış şeyleri dert edinip onları aramaya başlamış bile.

Türk işi hamburger

18 Aralık 2009 Cuma

Yine okul ders gibi çilelerden uzunca bir süredir ayrı kaldığım biricik bloguma hızlı bir dönüş yapıyorum. Madem hızlı bir dönüş yapıyorum bari bir de beklenmedik bir şey yapayım da okurlarım ne olduğunu şaşırsın diyerek bu yazıda enteresan bir gastronomik (boğazına düşkün insan yazısı yazıcam aslında ama kendime bilimsel süsü vermek için gastronomik diyorum) başarıdan bahsedicem. Öyle ki bugüne kadar kâh birilerini yerdim kâh birilerini hakir gördüm. Ama şimdi çok büyük bir başarıya dikkat çekmek istiyorum, huzurlarınızda ıslak hamburger.En amerikan yemeklerden birisi olan hamburgerin Türkleşme macerasıdır aslında ıslak hamburger. Duyumlarıma göre 1994 yılında taksimin en uğrak büfelerinden birisi olan Kızılkayalar tarafından tescil edilmiş bu hamburger bütün Türk gastronomik yapısını ve mentalitesini gösterir. Şöyle ki normal bir hamburger (misal Burger King'den alınmış bir hamburgeri gözünüzün önüne getirin) ekmeği pürüssüz ve üstü susamlıdır, her tarafına eşit dağılmıştır malzeme, kutuda ya da sarılı kağıdında gelir, ıslak hamburgerde görsellik sıfırdır, ekmeği buruş buruştur, üstünde sağında solunda salçalar vardır. Bu Türk milletinin şekilcilik konusundaki bakışını gösterir bence. Bir de gastronomik olarak bakalım. Islak hamburgerin en kritik noktası sürekli buharda durarak ekmeğinin de ıslak ve sıcak olması, her tarafına salça bulaşmış olması, yoğun sarımsak ve baharat tadı. İşte bu da Türk milletinin gastronomik yapısını az çok özetliyor bence. Bizim de genler sağolsun otomatikman bunun hastası olup üçer beşer lüpletiyoruz. Taksimden her geçecek ve bunu denememiş kişiye tavsiye etmeyi kendime bir borç bilirken benim usulümce içine biraz da mayonez sıkmasını salık veririm. Bu fikri ilk bulanın da ellerinden öpüp başıma koymayı kendime görev edinirim.

Şöyle Böyle #8

13 Aralık 2009 Pazar

Böyle madde madde yazma olayı çok süpermiş. Bir de hafta boyunca aklıma gelen şeyleri "hah bunu yazayım süper olsun" dedikten sonra unutmak çok kötü bir durummuş.

  • UGG denen botlar resmen toplumu ikiye böldü. Öldüresiye dalga geçenler ve gururla giyenler olmak üzere... Ama ortası da yok. Sokaktan kimi çevirip sorsan bu konuda çok uçlarda bir fikri vardır.
  • Eskiden Show TV'nin haberlerinde herşeyi gösteren kırmızı bir halka vardı. O zaman dalga geçtik ama çok babacan bir tavırla "oraya değil buraya bak güzel kardeşim" diyen birşeydi sanırım yazık etmiş olabiliriz.
  • Yurtdışındaki Popstar yarışmalarında Türk yarışmacıların birinci ikinci falan olması seslerinin çok güzel olmasından mı acaba yoksa ordaki Türk'lerin boş işlerle uğraşmasından mı bilemedim.
  • Bünyemde bir hata var sanırım. Şöyle ki gece 12'de yattığımda sabah 8'de neylesem uykumu almış bir şekilde kalkıp okula gidemiyorum. Gelin görün ki sabaha karşı 4'te uyuyayım öğlen 12'de uyanayım o zaman süper uyumuş bir insan oluyorum. "Bre densiz bünye iki türlü de 8 saat uyumuş olmuyor musun?" diye birkaç kere sormayı denedim ama tatmin edici bir cevap alamadım.
  • Dünya Kupası da başlasa da 2 kaliteli maç izlesek. Bir de o Afrika'daki vuvuzelanın en büyük düşmanlarından birisiyim.
  • Talk box denen bir alet var sesin şeklini şemalini falan değiştiren. Niyet ettim ondan almaya. Ancak Türkiye'de 450 TL'ye bulabildiğim bu alet ev yapımı olunca yaklaşık 20 TL'ye mal oluyor. Tek kötü yanı gereken malzemelerden bir tanesi o Amerikan çizgi filmlerindeki tahta saplı plastik uçlu tuvalet pompası.
  • Kayakla uzun atlama gibi bir spor var ya. En fazla 3 dakika izleyebilmişimdir. Bir saat rüzgar bekle işaret bekle, sonra fırla bir anda. Ne bir estetik hareket ne bir mücadele ne de nereye düştüğünü anlama ihtimali. Böyle spor mu olur lan.
  • Vize haftası sonrasında okula gidip derslere girmek çok büyük bir irade ister.
  • Hesap ödedikten sonra kolonya ikram eden kebapçılar göz bebeğimdir.
  • Evde otururken elektrik kesildiğinde gözlemleyebildiğim kadarıyla herkesin ilk yaptığı şey camlara koşup etraftaki apartmanlardaki elektrik durumunu gözlemlemek olur. Eğer tek elektriksiz kalmış apartman içinde yaşanılansa o apartmanın sakinleri kendilerini biraz daha haksızlığa uğramış gibi hisseder. Ama bütün bir semtin elektriği gittiyse normal karşılanır mesela.
  • Trafikte kaza yapmaktan sonra kaza sonrası süreçten çekinen bir insanım sanırım. Zaten arabam 80 kilometre hızı pek geçemediği için ciddi bir kaza geçirme ihtimalim yok. Ancak sonrasındaki o tutanak doldurma resim çekme kısmı, polise laf anlatma aşaması, trafiği tıkamış olmanın verdiği gerilim... Düşünmesi bile kabus gibi.
  • Wipeout denen yarışmayı tümTürkiye'ye yayınlamıyor olsalardı bilmem katılır mıydım. Ama bu haliyle "sayın parahuman gel seni garantili birinci yapacağız" derlerse anca girerim. Yoksa niye boşuna takla atıp rezil olduğumla kalayım.

Şöyle Böyle #7

9 Aralık 2009 Çarşamba

  • Şu sağdaki resimde görünen kişinin 90'lı yıllarda herkesi hop hop oynatan scatman isimli parçayı söyleyen kişi olduğuna inanamıyoruz dimi. İlk görüşte bu tipi mahallenin nemrut suratlı İç Anadolu'lu bakkalına benzeten herkese sonuna kadar hak veriyorum.
  • İnanırım ki bir lisede kompozisyon sınavında "beni benden alırsan seni sana bırakmam" sözünü açıklayınız sorusu çıkarsa bir sınıf dolusu genç telef olur.
  • İbrahim Tatlıses'in icat ettiği "beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın" sözü vardır ki o da çok acayiptir. (Bu arada enteresandır ki bu sözün orjinali Hegel'e aitmiş. Yeni öğrenmiş oldum ben de.)
  • Bu arada resimdeki Scatman John ile İbrahim Tatlıses de birbirine mi benziyor ne?
  • Fox TV'nin Lost reklamları çok enteresan. Şöyle ki "Lost enteresandır, Lost'tan kaçılmaz, Lost anlaşılamaz, bu yüzden Lost izlemek iyi hissettirir", Lost'u sanki canlı bir varlık gibi böyle anlatmaları enteresan. Ayrıca bu sıfatlara uygun birşeyi izlemek neden iyi hissettirsin ki?
  • Mobese ve güvenlik kameraları yaygınlaştıktan sonra ana haber bültenleri daha bir heyecanlı oldu sanki.
  • Çok isterim ki istatistik kurumumuz işi gücü bırakıp Türkiye'de kaç kişi MSN'e Meğseğneğ diyor onu araştırsın. Nedense çok bilmek istedim bir anda kaç kişi olduklarını.
  • Okulu uzatan bir kimse için en pis hissiyatlardan birisi bütün dönemdaşlarının askere gitmesini tek tek izlemektir sanırım. Bilinir ki sıra ona da gelecek.
  • Arabayla giderken ne zaman dikiz aynasından baktığımda arka arabanın şoför koltuğunda bir kadın görsem gerilmişimdir. Ayrımcılık yaptığımdan falan değil ama ister istemez geriliyor insan galiba.
  • Ne zaman bir lisenin çıkış saatine denk gelsem dünyanın en çok el şakası yapan toplumu olduğumuzu iddia etmeye başlarım.
  • Show TV'nin en ciddi haberlerinde Karayip Korsanları'nın müziğini kullanıyor olması en ironik hadiselerden birisidir bence.
  • Bir aralar Karagöz Hacivat diye 2 şey vardı ne oldu onlara? Günümüz çocukları onları bilmeden büyüyor galba. Yoksa sadece çocuklar mı görebiliyor bu 2 tipi?
  • Hala merakla İstanbul halkının domuz gribinden ciddi ciddi tırsıp sokaklara o ağızlıklarla çıkacağı günü merak ediyorum. Tahminim şudur ki gürültünün harman olduğu şehir İstanbul'da herkes birbirinin dudaklarını okuyarak söylediklerini anladığı için bu ağızlıklar takıldığında dünyanın en iletişemeyen şehir dolusu insanı haline gelicez.

Şöyle Böyle #6 (Toplu taşıma özel)

6 Aralık 2009 Pazar

Ömrüm boyunca İstanbul'da yaşamış bir kimseyim. Öyle İstanbul deyip küçümsememek lazım. Trafiğin harman olduğu bu şehirde yaşıyorsanız ve örgün eğitim konusunda ilerlemek istiyorsanız hayatınızın yarısı okulda, yarısı dershanede, tamamı da toplu taşıma araçlarında geçmektedir. Hakeza ben de liseye başladığım günden üniversitenin 5. senesine kadar yaklaşık 10 sene boyunca her gün muhatap oldum bu toplu taşıma araçlarıyla.

  • Aynı güzergaha sahip otobüs ve minibüslerin geçtiği bir yerde yaşıyorsanız çok fena bir ikilem yaşar insan. Minibüs daha adil gibidir çünkü ne kadar yol gidiyorsanız o kadar para verirsiniz. Ancak minibüsteki para üstü bekleme gerginliği ve çabuk tıkışılması ile sevimsiz. Otobüste ise dert tasa azdır. Akbil basıp arkalara geçilir ama bu da her durakta durur. Ayrıca her durakta yanlış basmış ya da oturduğu yerden düğmeye basmış "otobüs durduktan sonra ağır ağır inerim" diye düşünen bir hayatı aksatan teyze bulunur.
  • İETT otobüslerinde para geçmesi durumuna en çok üzülen benim. Her ne kadar ben de (paso almak için başvurmayı unuttuğum için) para verip binsem de binbir derdi olan şoförün bir de para bozmaya uğraşma çabası yüreğimi burkuyor adeta.
  • Toplu taşıma araçlarına ilk duraktan binmek iyi bir taktiksel çalışma ister. Şöyle ki durakta bekleyen kuyruğu sayıp gelecek otobüs ya da minibüse göre oturulup oturulamayacağı hesaplanmalıdır. Eğer kapı açıldığı anda sırada bir öndeki insan bozuk para ile uğraşmaya başlıyorsa hemen akbili basıp sinsice o kişiyi geçmek lazım. Kurtuluş olmayan tek bir konu vardır ki ilk durakta en güzel yere oturup otobüs yola çıktıktan 1 durak sonra otobüse binip oturan kişinin tepesine dikilen yaşlılardır.
  • Ne zaman ki minibüs bir durakta durduğunda biri kafayı kapıdan uzatıp "bilmem nereden geçiyor mu?" diye soracak olsa o kafa kapıdan uzanmışken şoför gaza bassın gitsin isterim. İnsan neden durakta beklerken yanındakilere sormaz da yolundan bir aracı çevirir ona sorar bilmedim, bilemedim.
  • Sabah sabah otobüse binip bir yerlere giden 70 yaş üstü insanları öldüresiye merak ediyorum. Enteresan poşetler taşırlar genelde bu yaşlılar.
  • Durakta beklerken yanaşan minibüsün yandaki camına bakarım. O cama kaç kıç sıkışmışsa ona göre anlarım kalabalığı. Eğer 3 kıç düşüyorsa anca anca yağmur yağıyorsa binerim. 4 kıç varsa hiçbir şekilde binmem.
  • Bazen öyle otobüsler oluyor ki kalabalıktan yere düşmek bile mümkün olmuyor. O durumda üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum.
  • Otobüslerde en güvenli yerler köşelerdir. Ayakta dururken 2 tarafınızı sabit bir yere dayıyabiliyorsanız sorun yok demektir. Aksi takdirde devamlı arkaya ilerleyen o mutsuz güruhun bir parşası olmanız işten bile değil.
  • Yaşlılara karşı en güzel savunma yönteminin de uyumak ya da uyuyor taklidi yapmak olduğunu savunanlardanım. Ama yurdum yaşlıları da son zamanlarda terbiyesizliği iyice ele aldığı için gelip sizi dürtmeleri de muhtemel. Eğer gelip sizi dürtecek kadar terbiyesiz bir teyze/amcaya denk gelirseniz yapılacak en güzel şey "peki teyze" diyip ayağa kalkıp topallayarak otobüsün arka taraflarına doğru yürümektir. Bu esnada "aman evladım bilemedim" diyen bir teyze olursa "tamam teyze sorun değil sen otur rahat et" diyerek arkalara yürünerek gözden kaybolunur. Madem ben oturamadım oraya beni kaldıran teyze/amca da rahat edemesin, vicdan azaplarına gark olsun.
  • Toplu taşıma araçlarında 2 tane ayrı grup vardır. Bir tanesi her türlü camların kapalı olmasını isteyenler, diğerleri de açık olmasını isteyenler. Ben her türlü camların açık olmasını isteyenlerdenim. Oksijen gibisi yok.
  • Olur da yanıma oturan kişi uyurken kafası kayıp benim omzuma düşerse sabrederim, beklerim, ne zaman ki araç ufak bir tümsekten sekince onun kafası biraz yükselir işte o anda omzumla tam şakağına vurduğum darbe ile beynine giden damarlarını tıkayıp bir anda uyandırıp kendine getiririm hasmımı.
  • Bir de uyurken virajta kafayı cama çapıp, uyanınca da saçı düzeltiyormuş gibi yapıp kafayı sıvazlamak vardır ki en kötüsüdür.
  • Otobüsteki o tutunulacak şeylerin hareketli olması bana çok saçma geliyor. Ne mutlu ki bana sırık gibi boyum sayesinde direk demirden rahatlıkla tutabiliyorum. Gelin görün ki bu sefer de ileri geri salınımlar sayesinde kafayı o demire vurma ihtimali çıkıyor.
  • Eskiden otobüsten hususi otomobillere atılan o sinirli bakışları görürdüm. Artık İkarus'tan Mercedes otobüstekilere de aynı bakışı atanlar oluyor.
  • Yolda bozulan bir otobüsten çıkıp da oradan geçen başka bir otobüse binen insanlara küçümser gibi nefretle bakılıyor ya, çok acı bir durum işte bu.
  • Her sabah aynı otobüse binip işe/okula gidenler düzenli bir çalışma ile araçtaki uykuyu bir ileri seviyeye taşıyabiliyor. Normalde otobüste uyurken nerede olduğu az çok kestirilebilirken bir sonraki uyku seviyesinde otobüse binilip gözler kapatıldıktan sonra bir de açmışsınız ki son duraktasınız. Tabi bu durum sadece son durakta inecek yolcuların yaşayabileceği bir güzellik. Yine de birçok kez son durakta boş bir otobüste şoför tarafından uyandırılma sevimsizliğini de yaşamışlığım vardır.
  • Kapalı trafik açıldıktan sonraki minibüs şoförlerinin haşin ve fevri tavırları ve araç sürmeleri duraktan el eden birine kadar sürebiliyor ya, işte bu da benim yüreğimi son derece burkuyor.
  • Minibüste para üstü beklemek gibi sevimsiz bir durum daha olamaz toplu taşıma konusunda. En kötüsü bu süre boyunca müzik dinlenemez, olur da şoför "kimindi para üstü" diye soracak olursa diye. Hele bir de para üstü 10 kuruş gibi niteliksiz bir para ise bambaşka bir ikilem çıkar. Eğer o parayı ciddiye almayıp müzik dinlemeye başladıysanız ve sizin para üstünüz olan 10 kuruş elden ele dolaşıyorsa sonunda farkedip aldığınızda "bir saattir soruyoruz almıyor adam" diye kınanırsınız. Eğer o para üstü gelmemişse ve gelip geleceğini öğrenmek için "benim böyle böyle bir para üstü vardı" diye soracak olursanız bu sefer de "10 kuruş için ne yaygaralar koparıyor aç gözlü adam püh sana" diye kınanırsınız. Çok pis birşeydir düşük meblağlı para üstü.
  • Sırt çantası olanlar otobüse minibüse binmesin. Baktık olmuyor işte bunca senedir deniyoruz herkes rahatsız oluyor. Olmuyorsa binmeyin işte.
  • Sırt çantasından daha beteri o çizerlerin falan kullandığı yassı ama hayli geniş çantalardır. Hele bir de bu çantanın bir ucundan fırlamış bir T cetveli ucu varsa otobüs ahalisi heyecandan kımıl kımıl olur, hakkıdır.
  • Kapı önünde dikilenleri tartaklayasım gelir. Nice kereler "inerken şuna omuz atayım da dikildiği yerin saçmalığını anlasın" diye düşündükten sonra omzumun ayarını kaçırıp beraberimde otobüsten indirmişliğim vardır bu denyoları.
  • En son model Mercedes otobüslerin de en arka koltuğunun 3 kişilik mi 2 kişilik mi olduğu en büyük sorunsallardır birisidir. Sorsan şoför bile bilmez.
  • Sanırım otobüs içinde yaşadığım en enteresan olaylardan birisi bindiğim İkarus otobüsün çalışmaması üzerine başka bir İkarus otobüs ile arkadan ittirilerek çalıştırılmasıydı.
  • Ne zaman ki bindiğim özel halk otobüsünün muavini uyuyor olsa üzülürüm, hatta sonrasında da kötü geçer o günüm.
  • Minibüste yaşadığım en enteresan olay ise tıkalı trafikte darlanan şoförün yanındaki arkadaşına "sen Tokyo Drift'i izledin mi?" demesi üzerine aldığı "hayır" cevabına "ben daha yeni izledim" dedikten sonra 25 dakikalık yolu 9 dakikada gitmesiydi.
  • Otobüslerde piston görevi yapıp herkesi iterek bütün güruhun arkalara ilerlemesini sağlayan göbekli amcaları sevsem mi nefret mi etsem bir türlü bilemedim.
  • Oldum olası şu ufak sarı dolmuşları da sevebilmiş deilim. Toplu taşıma gibi gelmiyor onlar bana. Toplu olması için en az bir 15-20 kişi lazım sanırım.
  • İkarus otobüslerin ön panelinde yazan "yeni motor rotajdadır" nasıl bir önemli cümle olabilir ki her otobüste en göz önündeki yerde yazar bilemedim. Belki de hayatın sırrı falandır da ben bilemedim.
  • Boş akbil sesi duyulduğunda herkesin akbili bitmiş kişi ile gözgöze gelmemek için boynunu büküp dışarı bakması ne kadar yabancılaştığımızı göstermez mi sizce de?
  • Otobüste birşey okuyamam, hakeza midem bulanır. Okuyanları da pek anlayamam. Hayatınızı neyle bu kadar doldurdunuz da okumaya vakit kalmadı ve sadece otobüste okuyabiliyorsunuz diye sorasım gelir.
  • Minibüslerde sabırla yıllardır öndeki koltuğun arkasında kazınmış, yazılmış yazıları okurum. Şimdiye kadar ilginç isimler dışında pek enteresan birşeye rastlamış değilim. Olur da rastlayan olursa bana başvursun.
  • İkarus otobüslerin en arka camının oradaki reklam panolarıyla cam arasında kalan yeri çanta koyma yeri olarak sevegeldim yıllar yılı. Çanta taşımayı bırakınca bütün özelliğini kaybetti bir anda.
  • İkarus otobüslerde içeri bakan koltuklarda oturunca mecburen karşınızdakinin sıfatına bakarak yolculuk etmek zorunda kalıyorsunuz ya, işte o dünyanın en can sıkıcı şeylerinden birisidir.
  • Otobüslerde cep telefonu ile konuşulamıyor olması da son derece mantıksız geliyor bana. Bu kadar mı aciz birşey yani gelişen teknoloji? Bir de o telefonu kapatın uyarısının altında Türk Kalp Vakfı logosu var sanırım bu yüzden kalp pili olanlar etkilenmesin diye o uyarı var diyor bazı insanlar. Peki cep telefonları sadece otobüste mi etkiliyor kalp pillerini. Madem öyle bir ihtimal var toplu bulunabilecek her yerde yasaklansın cep telefonları.
  • Engellilerin toplu taşıma kullanamıyor olması da İETT'nin en büyük ayıplarından birisidir bence.
  • Bu arada kötü örnek gibi olmasın ama size bir sır vereyim. Eğer doğru taktikleri biliyorsanız basamakta durunca otomatik kapı çarpmıyor.
  • Ani bir fren esnasında toplu taşıma aracındaki herkes bir anca ikiye bölünür. Bir kısım trafikteki birini kınarken kalan kişiler ise toplu taşıma aracının şoförünü kınar.
  • Toplu taşıma aracında bana göre yapılabilecek en güzel şeyler sıralaması 3ten 1e doğru şöyledir: müzik dinlemek, uyumak, müzik dinleyerek uyumak.

O ceza olmazsa bu ceza olur

4 Aralık 2009 Cuma

İnternette dolaşıp açılmış ilginç bir davayı okurken aklıma yıllar yıllar önce Amerika'ya gitmiş bir arkadaşımın ordaki bir Türk avukattan dinlediği saçma sapan bir hukuki olay aklıma geldi. Konuya girmeden önce söz konusu cezayla ilgili ufak bir bilgi vermek isterim. Hep Amerikan filmlerinden gördüğümüz o devasa 3 şeritli highway'lerden gitmenin bir adabı varmış. Şöyle ki en sol şeritten arabayla yardırıp gidebilmek için arabada en az 2 kişi olması gerekiyormuş. Şoför dışında bir de şahit bulunması gerekiyormuş yani. Arabada sadece şoför varsa orta şeritten giderken sol şeride geçip en fazla bir araç sollayıp tekrar orta şeride geçmeliymiş. Ancak bu yasanın geçerli olduğu bir eyalette bir kadın arabanın içinde tek başına sol şeritten yardırmış giderken üstün Amerikan polisi çevirmiş bu hanım ablayı konuyla ilgili para cezasını kesmiş, kadın da bu parayı ödedikten sonra gidip eyalete dava açmış "bana haksız ceza kesildi" diyerek. Mahkemeye de çıkınca hakim "nedir kızım derdin" diye sorunca kadın da "ben 4 aylık hamileyim, bebeğim de 3 ayı geçtiği için o da canlı bir insan sayılır, yani arabada iki kişiydik ceza yememem lazımdı" demiş. Mahkeme de kadını haklı bulup ödediği parayı geri vermiş, ancak sonrasında da şoför koltuğunda 2 kişi oturmak suçundan çok daha ağır bir cezaya çarptırmış. Burdan çıkarılacak sonuç nedir diye düşünen okurlarıma şu cümleyi vurgulamak isterim: Hukukla şaka olmaz.

Staj işlemleri ve bürokratik kabus 2

Binlerce sadık okuyucum hatırlayacaktır yaz sonunda staj işlemleri ile ilgili uzunca ve sitemkar bir yazı yazdıydım. Stajın başlangıç ayağını oluşturan o koşuşturma silsilesinin bir diğer ayağı da stajı sonlandırırken oluyor. Stajı sonlandırmak da nasıl oluyor acaba diye kendi kendine düşünen okur vardır diye anlatmakta fayda görüyorum. Elinize bir defter bi kağıt tutuşturuluyor okuldan. Kağıdın üzerinde "bu adam şöyledir bu adam böyledir" gibi ibareler yer almakta. Onu çalıştığınız şirkete veriyorsunuz onlar da size en uygun şekilde işaretleyip, altına da sizinle ilgili bir iki cümle yazıp veriyorlar. Tabi eğer benim gibi laylon yapıyorsanız stajı o kağıdı da kendiniz doldurup kendi kendinizi değerlendirmiş oluyorsunuz ki bu da başka bir neşe. Gelelim en sıkıntılı defter kısmına.

Defterde öncelikler her yerde isim soyad yazmak gerekiyor. Öyle defterin başına bir kere yazmakla olmuyor yani ismi soyadı. İlk birkaç sayfada günlük bir çizelge var, hangi gün ne iş yapıldığının başlıklarını oraya yazıyorsunuz. Sonrasında da bu her başlığa tekabül eden bir bütün sayfayı o gün yaptığınız işleri detaylı olarak yazmakla uğraşıyorsunuz. Eğer staj yapmaya gittiğiniz yerde size hiçbir iş yaptırılmamış sadece çay kahve taşıdıysanız (ki genellikle böyle olur) o sayfalara da bunu yazmak gerekiyor ancak öyle olmuyor o işler işte. Bunu yazınca da staj kabul edilmiyor. Hele benim gibi laylaylilon yapan öğrenciler için ne yazacağını bulmak tam bir kabus oluyor ve öğrenci ver ediyor kendisini internete. Ödev yapmada yıllar yılı alışılmış olan kopi peyst yöntemi de deftere yapılamadığı için saatler süren araştırmalı yazmalı ızdıraplı bir sürece girilmiş oluyor. Sonrasında da o yazılan her bir sayfa staj yapılan yerdeki yetkili bir kimseye önce kaşeletip sonra imzalanıyor. Bu noktada daha başka bir rezillik ortaya çıktı benim için. Staj defterinin ilk sayfasında resim yapıştırma yeri vardı. Ben de hayhay deyip en rezil çıktığım bir vesikalığı oraya yapıştırıp defteri kolumun altına alıp seke seke gittim Küçükyalı'daki kampüsüme, ancak o da ne o resmi yapıştırmak yetmezmiş üstüne bir de damga vurulması lazımmış. Dedim nerdedir o damga dediler ki Üsküdar'daymış. Polemiğe girip zaman kaybetmeyeyim diye kendimi ilk otobüse vurup diğer kampüse gidip güç bela 3 kat merdiven çıktıktan sonra öğrenci işlerinde en kaknem görünümlü çalışana uzattım defteri ve üzerindeki naçiz sıfatımın olduğu vesikalıklı sayfayı. O da konuşmadan aldı götürdü damgayı bastı verdi. Öğrenci işlerinin kapısından girmemle çıkmam arasındaki süre 30 saniyeyi geçimş olamaz. Böylesi bir iş için onca yol gitmiş olmak beni de ayrıca gerdi tabi. O damgadan neden bir tane de bizim kampüste olduğunu düşünürken bir de kafamdan hesap yaptım. Bizim kampüste 4 adet bölüm bulunmakta. Her bölümün bir senesinde 60 kişi var. Toplamda 4 senede her bölümde yaklaşık 240 kişi eder. 4 bölüm olduğu düşünülürse yaklaşık 1000 kişi eder. Herkes de 2 staj yapacağı için sırf bu damga işi için 2000 kere Küçükyalı - Üsküdar arasındaki yol gidilecek demektir. En ucuz ulaşım opsiyonu olan otobüs de yaklaşık 1.50 tl ise. 2000x1.50=3000 tl eder. Bizim kampüsün öğrencileri bu parayı kendi arasında toplayıp en güzelinden bir C4 patlayıcı ile Üsküdar kampüsünü havaya uçursa damga mecburen bizim kampüse gelir bu saçma zaman kaybı da yaşanmamış olur. Bu arada hiçbir yerde yazmayan saçma belgeler de son anda staj defteri verilirken istenir hep. Bir okul ne yapsın staj defterinde staj yapılan şirketin bulunduğu yerin krokisini. Sanki dekan kapı kapı dolaşıp şirketlere bakacak da bu sırada kaybolmamak için o krokileri mi alacak yanına.

Böyle saçmalıklarla dolu bir sürecin ardından staj defterini teslim etmiş olmanın rahatlığıyla eve gelip yayılmışken dün yazamadıydım bu yazıyı. Sinirim biraz geçsin yarın yazarım dediydim kendi kendime, bu da sinirimin biraz geçmiş hali oluyor. Burdan da genç nesillere bir nasihat etmek gerekirse şuan okumakta olduğum İstanbul Ticaret Üniversitesine kesinlikle gelmeyin, stajı da laylon yapın, boşuna güzelim yaz tatilinizin ortasında gömlek giyip işe gidip millete çay kahve taşımayın, ya da çok süper bir yerde yapacağınız iş kesin olarak gidin birşeyler öğrenirsiniz belki. En stajsız günlerin sizlerin olması dileğiyle büyüklerimin yanaklarından küçüklerimin de yanaklarından (ayrım yapmam ben) domuz gripli olmasına rağmen (daha yeni atlattım ya bulaşmaz bana) öperek neşeli bir Aralık ayı dilerim efenim.

Telekomünikasyon can alır

1 Aralık 2009 Salı

Kaç zamandır sağda solda okuduğum bir haber var ama bir türlü emin olamadım doğruluğundan o yüzden yazıp yazmamak arasında kaldıydım. Olay yerinin Türkiye olduğunu düşününce doğru olma ihtimali ağır bastı sanırım ki şimdi bu yazıyı yazıyorum. Çorum da C.S. isimli (aslında ismi bu değil de kısaltması böyle oluyor yani işte) bir kızcağız hayatından çok bunalmış. Almış eline telefonunu, sırayla rehberindeki herkese çağrı bırakmış. Birkaç saat beklemiş kimse C.S.'ye çağrı bırakmayınca C.S. hanım kızımız da "kimse beni sevmiyor" diyerek intihar ederek hayatına son vermiş. Sonradan da ortaya çıkmış ki telefonu gizli numaradan arıyormuş. İnsan hayatı bir telekomünikasyon seçeneği ile de son bulabiliyormuş demek ki demekten başka birşey gelmedi elimden. Haberi okurken benim ilk aklıma gelen ise listesindeki çağrı bırakma niyetinde olan herkesin kontörünün bitmiş olmasıydı açıkcası. Öyle bir durumda da yine bu hanım kızımız hayatına son verecekti demek ki.

Şöyle Böyle #5

Evet sevgili okurlar böyle şöyle böyle temalı yazı ile daha karşınızdayım. Son derece dolu bir gündem ile çok enteresan şeyler yazmak üzereyim sanırım hissediyorum.

  • Nedense yurdumda bütün ana haber bültenleri "bugün günden çok dolu" diyerek başlayıp sonunda şarkı söyleyen köpek ya da sakarlık yapan bebek haberleri ile bitiyor. Nası dolu gündem lan bu?
  • İsviçre'deki minare yasağı olayına Tayyip'in tepki göstermesi çok enteresan geldi bana. Çıkıp "minareler süngümüz" diye şiir okuduktan sonra o minareler yasaklanınca da çıkıp "vay bizim süngümüzü yasakladılar olur mu böyle tahammülsüzlük" diye çıkıp nasıl konuşabiliyor. Demek isterdim ama blogda siyasete bulaşmıycam dediğim için demiyorum.
  • Minareler de son derece ilginç bir durum. Depremde fırtınada milletin kafasına yıkılır. Artık minare tepesine çıkıp ezan okuyan müezzin de kalmadı ki. Bazı köylerde telefon çekmeyince insanlar çıkıp telefonla konuşuyor minarelere başka bir işe yaradığını sanmıyorum.
  • Fenerbahçe'li futbolcu Kazım Kazım trafik kazası geçirip el bileğini kırdı malum. Ben tam üzüldüm adama "yazık lan antremana giderken taklaya gelmiş" diyordum ki birkaç saat önce bir gece klübünden çıkarkenki görüntüleri çıktı ortaya. İçimden türlü sitemler geçirdikten sonra da düşündüm. Lig maçı haftasonu, haftaiçi de kupa ve avrupa kupası maçları, ligler tatil olunca da bu adam milli takım formasıyla kamplarda maçlarda. Peki ne ara eğlenicek bu adam? Ha "gitsin mi gece klubüne bu adam" diye bana sorsalar "gitmesin otursun antreman yapsın" derim ama bir yandan da düşünürüm bu adamın eğlenmeye hakkı yok mu diye.
  • Bu günlerde İstanbul nasıl bir yer diye soran olursa "3 şeritli E5 yolunda dolu kamyonların orta şeritten boş kamyonların sol şeritten gittiği bir yerdir" derim.
  • Şimdi nerden aklıma geldi bilmiyorum ancak yurdum insanı aynalı güneş gözlüklerini sahilde uzanan turist hanım ablalara bakarken nereye baktıkları belli olmasın diye icat edildiğini zannediyor.
  • Staj defteri yazmak bir mühendisin hayatının en alçak noktalarından birisidir. Oturup ne yaptığını yazmak gerekiyor. Okul sanıyor ki öğrenci gitti de anakartlar mikroişlemciler tasarladı stajda, oysaki staj denen şey bir masada sessizce oturup göze batmadıkça birkaç ayak işi yapmaktan ibarettir. Ha ama sonra bunu staj defterine yazınca da sorun oluyor.
  • Bilmem dikkat ettiniz mi ama bu ülkede büyük gazeteleri internet sitesi olduğu sürece porno sitelere ihtiyaç olacağını sanmıyorum. Her yerden çıplak abla resmi çıkıyor. Bir ara şüphe ettiydim "algıda seçicililk mi acaba" diye ama hakikaten sitenin %80'e yakını bu tarz içerikle dolu.
  • Sanırım dünyadaki en büyük ızdırap ana haber bülteninde "şimdi de haberimizi izliyoruz" dedikten sonra görüntü girmeyince o spikerin yaşadığı gerilimdir. "Allah canımı alsın da böyle boş boş kameraya bakıp beklemeyeyim" diye içinden geçirdiklerini tahmin ediyorum. İnsan bu çileden erip diyar diyar gezse yadırgamam.
  • Hangi hocaya gidip domuz gribimle ilgili raporu vermeye çalışsam sanki kaçarcasına bir tutum sergilediler. Ben de madem öyle ne isteğim arzum varsa söyledim hepsi de biran evel kaçmak adına ne sorduysam "hayhay" diyerek uzaklaştılar. Bu esnada Nasreddin Hoca'ya bir gönderme yaparak "Ye virüsüm ye" demek istiyorum. Dedim bile.
  • Geçtiğimiz günlerde İstanbul Valisi "metrobüse yeni bir sistem getirerek yolcunun gittiği mesafeye göre bir ücretlendirme yapmayı planlıyoruz" demişti. Eğer Türk Milleti'nin bir şekilde punduna getiremeyeceği böyle bir sistemi sorunsuz bir şekilde bu sistemi kurabilen kişi gidip Microsoft'a falan müdür olsun.
  • Dikkat ettim de bazı kızlar tuvalete yanlız gidemiyor. Aralarında nasıl bir görünmeyen iletişim var bilemiyorum ama bu tip bir kız topluca oturulan bir ortamda ayağa kalkıp "ben bir tuvalete (aslında genelde lavaboya derler) gidiyim" dediği anda anlaşılmış gibi bir kız daha anında kalkıp "ben de geliyim" diyor. Hiç aksamıyor bu sistem. Mesela 2 kız daha aynı anda kalksa "ben de geliyim" diye bu sistem tüm dünyada çökecekmiş gibi geliyor bana.
  • Toplu taşıma araçlarında uyurken bile benim gibi müzik dinleyerdenseniz pilin bitme anının ne kadar kötü bir durum olduğunu biliyorsunuzdur. Böyle cool vokalli bir eski şarkı çalarken insan ister istemez bir tribe giriyor herhalde. O dııt sesi gelip pil bitip müzik kesilince o yalandan havalı haliyle kalıyor insan. Adeta 100.000 kişiye konser veren insan ruh halinden okulun son haftasında sınıfı eğlendirmek için zorla şarkı söylemek için tahtaya kaldırılmış ilkokul öğrencisi ruh haline geçiyor insan bir anda.
  • Dizilerle ilgili yazdığım şöyle böyle yazısından sonra etraftaki değerli okuyucularım tarafından bir konuda daha uyarıldım ve yine aldı beni bir endişe. Ben dediydim ki bu dizilerde eski isimlerdeki Behlül'ü Bihter'i kullanmışsınız ama kot pantolonlu converse'li olmaz bu isimler demişim. Daha da korkuncu yeni doğacak bir nesile bu isimlerin verilecek olmasıdır. Düşünsenize karşıdan 1.20 boyunda 8 yaşında bir Behlül geliyor. Eski Keloğlan filmindeki cücenin ali kıran başkesenlik yapan hali gibi bişey geliyor gözümün önüne.
  • Bilmem farkettiniz mi ama Facebook yine Facebook'luktan çıktı. En son video paylaşım coşkusundaki dandik ya da herkesin bildiği videoları paylaşanlar doğal seleksiyon ile dışlanınca şimdi aynı grup oyunlara verdi kendisini sanki. Şimdi de Facebook'un sağı solu koyun ya da mafya doldu. Beklerim ki Facebook yine bir atılım yapsın yakın zamanda değiştirsin bu durumu.
  • Geçtiğimiz gün hayatımın en saçma ve en kafa karıştırıcı argümanını söyledim kazara. Diyelim ki Osman diye bir insan var. Bu insan öldü ve cennete gitti. Bu adam da elmayı çok seven bir insandı. Bu adam orda gönül rahatlığı ile elma yiyebilir mi? Hayır. Neden? Çünkü en son cenette elma yiyen Adem ve Havva kovulmadı mı? Kovuldu. (Ne güzel oluyormuş böyle kendi kendime soru sorarak yazmak) Peki bu elma sever Osman "ben neyliyim elma yiyemeyeceğim cenneti" derse haksız mıdır? Haklıdır. Bu konuda müftülükten bir açıklama bekliyorum sanırım. Herhangi bir müftülük olabilir.
  • Burdan bir kampanya başlatmak istiyorum. Eskiden lise ortaokul falan bitince toplaşılıp ceket yakılırdı. Sonra etiler civarında gece klüpleri tarafından araklandı gerçi bu fikir. Kampanyam da şudur ki üniversite bitince de bütün mühendislik öğrencileri toplanıp uzun saçlarını kestirip onları yaksın. Güzel görünmüyo la. Hele bir de o uzatma süreci yok mu. Ispanak gibi oluyor saçlar hani ne uzun ne kısa. Yazarken bile tiskindim. Şunu da itiraf etmeden geçemiycem ki mühendisliğim belli olsun diye benim de saçlarım hayli uzun. Ama yalandan mühendismişim ki 5 yıldır uzamak bilmedi saçlar. Vitaminim proteinim eksik kalıyo diyecek olsam bir oturuşta çeyrek öküz yiyen bir adamım. Vitaminin proteinin kralı bende ama neylediysem uzamadı bu saçlar.
  • Üstüne para verseler menemen (yoksa melemen?) yemem. Yiyemem. Denedim tadını da sevmedim. Görüntüsünden bahsetmiyorum bile.
  • Ne zaman fotokopi sırasında beklerken önümdeki kimse bozuk para için elini 2 ayrı cebine atarsa ondan öldüresiye nefret ederim. Aklı başında insan bozuk paralarını telefonunu falan hep aynı ceplere koyar. Aradığını elini attığında bulur. "Acaba şu cepte var mı bozuk para" diye boş ümitlere de kapılmaz. Realist dünyanın insanlarıyız taşadığı herşeyi hep aynı ceplere koyan insanlar olarak. Böyle dayanışma topluluğu bile kurup eğitici seminerler vermeyi düşünürüm.
  • Amerikan filmlerindeki o pancake'e o kadar öldüresiye özeniyorum ki bir gün bunun için Amerika'ya gidebilirim. Misal yılbaşı piyango biletime büyük ikramiye çıkarsa.
  • Hayatımda ne zaman bir tarafıma kuş pislese gittim Piyango bileti aldım. 1 kere amorti bile çıkmadı sevgili okur. Anlayın sevgili yazarınızın ne kadar bahtsız olduğunu. Düşün bir de kuş pislemeden gidip bilet alsam evime barkıma haciz gelecekti herhalde.
  • İnsanın bütün tanıdıklarının, akranlarının askere gitmesi çok büyük bir gerilim. Sıra size de geliyor ve bunu hissediyorsunuz. Bir gün sizi de bir otobüs garında 10-15 yağız delikanlı havalara atıcak ve acemilik yapacağınız yere doğru gidecek olan o otobüse bindirecek.
  • Kalsiyum sandoz ile ucuz portakallı gazlı içecekler (fanta çakması olanlar) arasındaki farkı bilen varsa hemen şimdi çıkıp yüzüme vursun ya da sonsuza kadar sussun.
  • Gözleme yapan yerlerdeki gözlemeci ablaların neden vitrin gibi camın hemen arkasına oturtulup çalıştırıldığını hiç anlamadım. "Bakın biz ne kadar otantikiz" gibi birşey mi söylemeye çalışıyor acaba dükkan sahipleri bize.
  • Staj defteri yetiştirmek ile panik halinde geçireceğim 2 günlük sürecin başlangıcından sizi burdan selamlarken yazılarıma son veriyorum sevgili okur. Sağlıklı yaşayın, şansınız yaver gitsin, güzel şarkılar dinleyin. Görüşmek dileğiyle.

Blog Widget by LinkWithin