Hırsızın salağı kendini mağdur edermiş

30 Ekim 2009 Cuma

İlk olarak kendimle gurur duyduğumu belirtmek isterim. Başlık yazıcam kisvesi altında bildiğin atasözü gibi oldu. Nesilden nesile gider bu böyle. Neyse efenim haberimize gelince (evet bugün de ilginç bir haberler karşınızdayım) olayımız Amerika'nın Iowa eyaletinde geçmekte. Alkollü bir halde suratlarına çıkmayan siyah kalemle maske çizen iki akıllının kriminal girişimleri bu günki konumuz. Bu akıllıların yaşı da 20 ve 23'müş. Yörenin polis şefi de "Bunlardan birisinin kız arkadaşının ilişkisi olduğunu düşündükleri birinin evine korkuturuz amacıyla girmişler ama salaklıkları alkolle birleşince böyle bir netice çıkmış ortaya" diye süper bir açıklama kisvesiyle laf koymuş. Resmi görünce sanırım mevzunun komikliğini daha iyi anlamak mümkün. Haberin orjinali de şurda.

Bir pazarlama taktiği olarak gece üretimi

29 Ekim 2009 Perşembe


İnternet alemlerine girip çıkmışlığı olan neredeyse herkesin bir kere girip baktığı bir site olan sahibinden.com'da öyle bir ilan gördüm ki öğlen öğlen kafam karıştı. Satılmaya çalışılan ürün bir motorsiklet. Ancak o kadar ilginç özellikleri ile tanıtılmış ki bunun nasıl bir reklamcılık mantığı olduğunu ben anlayamadım. Satılan ürünün başlığı "Gece Yarısı Takıntısı", gerçekten de satmaya çalışan arkadaşın bir gece takıntısı olduğu doğru. "BU GÖRDÜĞÜNÜZ MOTORSİKLETİN TEK BİR VİDASI BİLE GÜNDÜZ ELLENİLMEMİŞ OLUP SADECE GECE TASARLANMIŞ BİR MAKİNADIR." tanıtım kısmının ilk cümlesi de bu. Ben bunu okuduktan sonra bu motorsikleti alır mıyım peki? Tabi ki almam. Gece kör karanlıklarda uykulu gözlerle yapılan motorsikletten ne hayır gelir. Ayrıca atasözü de var "gece yapılan işe şeytan karışır" diye. Ama satan arkadaş bunu meziyet sanmış yazmış. Bir de resim koymuş ama o resimde de kafasını motorsikletin önüne (en azından bir kısmına) getirerek, kendisini üründen daha çok ön plana çıkarmaya çalışmış. Ürünün ve tanıtımının devamını da görmek isteyenler buraya tıklayabilirler.

Müslümanlara domuz gribi tuzağı

Gün geçmiyor ki 3 tarafı denizlerle çevrili ülkemde bir ilginçlik daha yaşanmasın. Bildiğiniz üzere domuz gribi diye birşey var, hatta ülkemizde de baş verdi. Sağlık bakanlığı da yayınladığı açıklamalarda bir takım önlemlerden bahsetti yurdum insanı için. Bunların arasında eşi dostu öpmemek de vardı. İşte bu uyarılardan bazılarını ülkemizdeki islami geleneklere karşı bir sinsi plan olarak algılamış bazıları. Nasıl derseniz hemen açıklayayım. Birisi çıkıp bir açıklama yapmış bugünlerde. "Korkmayın, bayramda büyüklerinizin elini öpün" demiş. Bunu yine sağlık bakanı ya da herhangi bir doktor falan söylemiş olsa "demek ki adamlar araştırmış ve bir bildikleri var ki söylüyorlar" derdim. Ancak bu açıklamayı yapan insan Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu. Onlar da kendi çapında araştırmıştır belki de kutsal kitaplardan domuz gribi ve el öpme konulu birşeyler okumuşlardır herhalde diye ümit etmekten başka birşey gelmiyor elimden. Orjinal haber de burdadır.

Bayram değil seyran değil ilk aşkım beni neden ekledi

27 Ekim 2009 Salı

Gün geçmiyor ki marjinalin harman olduğu yurdumda bir gariplik daha yaşanmasın. Az önce Facebook'uma girip de iki ekin ekeyim o da olmadı mafyacılık oynayayım dediydim. Bir de anasayfamı açtım ki ne göreyim, birisi beni eklemiş. Oh ne güzel ekvatordan büyük olan sosyal çevrem büsbütün genişleyecek diye sevinçle ver ettim mouse'un sol butonunu arkadaşlık isteği üzerine. Karşıma çıkan kişi ne okuldan ahbabım ne sülaleden tanıdığım. İlk aşkım (aslında Ilk Askim ama ben Türkçe karakter sorunu olduğunu tahmin ediyorum bu durumun) diye bir isim soyat. Bir merak tekrar ver ettim parmağımı mouse'un butonuna acaba kimdir bu diye durum daha da ilginçleşti. Bu İlk Aşkım'ın listesinde 11 tane insan var, şimdilik. Hepsinin de ismi Erdem. Demek ki bu arkadaş dünya üzerindeki bütün Erdem'lere (evet bu arada adımı da deşifre ettim sevgili okur biliyorum heycanlanıyosun şuan) aşıkmış. Ya da ilk aşkının adı Erdem'miş. Bu İlk Aşkım denen optimist de "varayım Facebook'a da dünya üzerindeki bütün Erdem'leri ekleyeyim ben olur da biri tutar" demiş herhalde. Gelin görün ki bu İlk Aşkım'ın ilk aşkı olan Erdem'in belli başlı anatomik özellikleri de mi yoktu. Nice yazımdan bildiğiniz gibi tosun bünyeli pehlivan gibi bir adamım ayıptır söylemesi. Bu İlk Aşkım'ın arkadaş listesindeki Erdem'lere bir bakayım dedim kara kurusundan çekik gözlüsüne, soluk benizlisinden kemçük ağızlısına kadar her türlüsü var. Madem bu ilk aşkın Erdem'e bu kadar heves ettin aramaya bulmaya da tipini de mi hatırlayamadın. 06 Mayıs 1990 olması dışında bir bilgi de yok bu İlk Aşkım hakkında. Facebook'a resim de koymayı akıl edememiş. Eğer bu kimse dünya çapında bütün Erdem'lere reklam yapmayı amaçlayan bir şirketten falan değilse nedir çok merak ediyorum. Ha şunu da söylemeden edemeyeceğim: eğer şakaysa hiç komik değil, ama gerçekse çok komik.

Devlerin ligi böyle mi olur

24 Ekim 2009 Cumartesi


Geçtiğimiz günlerde okul bahçesinde oturup günlük futbol muhabbeti kotamızı doldururken bir gün önceki Fenerbahçe ve Galatasaray'ın UEFA maçlarından çok Devler Ligi denen futbol tandanslı şov programını konuşuyoruz. Ben de nice yıldır bir futbol sever olarak bu programa kayıtsız kalamadım hakkında gözüme çarpan birkaç şeyi yazayım dedim.

  • Futbolcular benim jenerasyon ve önceki 1-2 nesile hitap edicek türden, yani şimdi 20'li yaşlarında olanların sahada izlemiş olduğu adamlar. Aklından fikrinden ötürü de Acun Ilıcalı'yı tebrik etmek lazım. Kaç zamandır şifresiz kanalda maç izlemeye aç olan millete en uygun programı yapmış.
  • Keşke takımlar da biraz eşit dağılsaymış. Hakan Ünsal ve Tanju Çolak ülkenin insanı olduğu için tanıdığı herkesi doldurmuş en gençlerden takıma. Garibim Hooijdonk'un takımında yaş ortalaması olmuş 50. Ayrıca her hafta takımlardaki oyuncuların değişmesi kötü olmuş.
  • Hakan Tecimer de nasıl adammış anlamadım. Takımın 7 gol attığı maçın 4 golünü kendisi attı onların da 3 tanesini kaleciyi çalımlayarak attı. Normal sahada nasıldı yetişip izleyemedim ama ülkenin bir salon futbolu milli takımı olsa oynarmış.
  • Erman Toroğlu da karşı çıkan biri oldu mu omuzları şişirip yürümüyor mu gülsem mi üzülsem mi bilemedim. Ayrıca isterdim ki bir maçı Erman Toroğlu bir maçı Ahmet Çakar yönetseymiş. Hakeme mikrofon takılması olayı da düdük seslerini duymamız dışında iyi olmuş.
  • Turnuvanın ilk maçlarında frikikleri falan yandaki tahtalara çarptırarak kullanmayı akıl edebilen tek insan Hooijdonk oldu. Ama ne talihsizse o durumlardan da gol çıkmadı.
  • Tanju Çolak motivasyon ve gaza getirme konusunda görüp görebileceğim en başarısız adamlardan birisiymiş. Cümlenin ortasına geldiğinde başını unutuyor sonlara doğru da kolaj birşeyler çıkarıyor ortaya.
  • Bazı futbolcular gerçekten süper ligde sergiledikleri mücadeleden fazlasını gösteriyorlar. Örnek vermek gerekirse ilk maçlarda Hooijdonk kale çizgisi üzerinde golü atmak üzereyken yandan kayarak (biraz da yuvarlanarak) müdahale etmeye çalışan ismin Sergen Yalçın olması beni dehşete düşürdü. Bunu Beşiktaşta oynadığı maçlardan birisinde yapsa hala Beşiktaşta oynuyor olurdu bence.
  • Ali Eren, Hayrettin, Recep gibi yetenekleriyle Türk futboluna imzasını atmış adamların yanısıra beklerdim ki bir takımın defansında da Müjdat Yetkiner'i görebileyim.
  • Oktay Derelioğlu'nu zaten sevmezdim. İlk maçta oyun bittikten sonra 2 metreden Hooijdonk'a topu atıp sonra küfredip oyundan atıldıktan sonra da soyunma odasında "hoca onu es geçse ne olur ki" diye hayıflandığını gördükten sonra bir kat daha tiksindim.
  • Galatasaray'ın UEFA kazanan kadrosundaki oyuncuların çoğu iki karşı takımda olunca kralını tanımadan pata küte girebiliyorlarmış birbirlerine bu da son derece enteresan geldi bana.
  • Maç bitip de formalar çıkarıldı mı anlıyorum ki Türk insanı bünyesi atletik olmaya elverişli değil. Avrupa'da oynamış futbolu bırakmış abileri görüyorum, bir de Tanju'yu görüyorum. Genetik heralde.
  • Turnuvada da Anadolu takımlarında oynamış çirkef Türk oyuncularından zerre keyif alamazken yabancı oyuncularla aralarında olan kalite farkını anlamak mümkün. Şimdiye kadar da ne kadar çirkeflik, pislik, kasti faul, küfür varsa hepsini Türk oyunculardan izledim.
  • Kazanan takıma 1 milyon Tl verilecekmiş. Keşke ilk 3'e falan bölüştürselerdi ödülü de bu kadar kan çıkmasaydı maçlarda.
  • Çok isterdim ki Rıdvan da yorumcu olarak değil futbolcu olarak katılsaydı turnuvaya.
  • Takımların formaları ve isimleri de çok dandik olmuş. İsterim ki olur da bu yarışmanın 2. versiyonu çekilirse ona biraz dikkat ederler umarım.
  • Nouma da hala eski yumurcaklıklarına devam ediyor. Rıdvan da hala Nouma'ya herkes gibi numa demek yerine nauma diyor. Nedendir bilinmez bu da beni çok rahatsız ediyor. Ha söyleyen başkası olsa "yanlış söylüyor" der geçerim ama söyleyen Rıdvan olunca insan bir durup düşünüyor.

Fotojenik aileler

21 Ekim 2009 Çarşamba

Gün geçmiyor ki internette cin fikirli bir siteye daha denk gelmeyeyim. Ama tök diye bir anda siteyi anlatmadan önce süper bir giriş yapasım var. Atalarımızın babalarımızın resimlerine bakacak olursanız siyah beyaz olması dışında ilginç birşey daha farkedersiniz. Hiçbiri öyle sıradan bir anda çekilmiş, ya da atalarımız babalarımız çakal gençler gibi kolunu alttan uzatarak ve uzaklara bakarak resim çektirmemişlerdir. Genellikle düz bir fon üzerinde fötr şapkalarını göğüs hizasına bastırmış ve kararlı bir surat ifadesi ile çekilmiş resimlerdir. Genellikle tek başına da olmaz bu resimler. O zamanlar bu teknolojiler kıymetli olduğu için "koskoca fotoğraf makinasını sırf kendim için yormayayım ev ahalisini de sığdıralım bu kareye" diye düşünür ve onlar da benzer resmiyette bir poz vererek resmi oluştururlar.

Sonrasında ise gerçek kabus başlar. Şöyle ki atalardan babalardan bu fotoğraf terbiyesini almış ailelerin kafası taşınabilir fotoğraf makinaları ile biraz karıştı. Elinde duran ve o eski değerinden eser kalmamış olan fotoğraf makinası artık o kadar da önemli görünmüyordu. Zaten tatil doğumgünü gibi hadiselerde kullanılırdı sadece. Böylelikle giden stüdyo ortamı ile şık kıyafetler ve kararlı bakışların yerini ev hali kıyafetleri ve herhangi bir tarihi eserin yanında poz vermekle dikilmek arasındaki ince çizgide bulunan insanlar almaya başladı. Ama işte bu geçiş süresi öyle çabuk olmadı. Izdıraplı oldu. Kimi aile fertleri resmiyetin ciddiyetin en uç noktalarındayken diğerleri yumurcaklık peşinde koştu. Ve hiç yaşanmamasını dilediğimiz görüntüler tezatlar çıktı ortaya. Başta bahsettiğim site de genellikle o dönemden resimler sunmakta. Awkward Family Photos (yani Garip Aile Resimleri) dikkatli baktığınızda görebileceğiniz türde saçmalıklarla dolu onlarca fotoğraf sunmakta okurlarına. Şiddetle tavsiye ederim efem.

Folklorik fobik

19 Ekim 2009 Pazartesi

Sevgili okur seni kendime nasıl hissettiysem en olmıycak fobimi anlatıcam şimdi. Var sen anla kıymetini okur. Benim fobimin sebebi olan mekan Kadıköy'de abuk subuk bir türkü bar. Zaten ismine oldum olası kıl olduğum bu türkü barların bir gün başıma fobi açacağını bilemediydim. Fobime konu olan hadise ise bu barın müşteri çekme tekniklerinden birisi. Şöyle ki efendi gibi sokakta yürürken uzaktan bile hoş gelmeyen davul zurna sesi ile sokaktaki birey ufaktan bir irkilip tırsmaya meyilli hale geçiyor. Sonrasında ise mekanın merdivenlerinden can hıraş bir şekilde inen 8-10 kişilik sivri burun ayakkabılı, ceketi fırlatılmış ve yakası hırpani duran gömlekle bir takım elbiseli, bıyıklı falan adamlar kendilerinden geçmiş bir şekilde halay çekerek bireyin üstüne doğru hızla gelir. Bir yandan coşkulu sesler çıkarırken aralarından en kendinden geçmiş olan da "gel abi gel katıl halaya" diye sokaktakileri darlar. İşte o an bir şekilde boş bulunup da halaya kapılırsanız halayla birlikte merdivenlerden yukarı doğru bir bilinmeyene sürüklenirsiniz.

Az önce de televizyonda koca koca heriflerin kolbastı yaptığını görünce bu fobimin en üst düzeyinin bu olabileceğini anladım. Akıllı bir insan halaydan kurtulabilir çünkü. Halay kıvrak değildir. Halayın ortasındaki adamı gözünüze kestirip onun hep 2 adım önünde ya da arkasında durursanız halay başının size kıvrılıp gelmesi süresince kaçabilirsiniz. "Peki ya halayıın ortasına alırlarsa" diye soran amatörleri duyar gibiyim şuan. Cevabım şudur ki hiçbir profesyonel halaycı, bir kişi için halayı ortadan bölüp bütün halayı riske atmaz. Atamaz. İşin etiğine uymaz. Hadi halayı atlattık o tamam. Şimdi 2 şeritli yol genişliğinde etrafı binalarla kaplı bir yolda karşıdan size doğru yamuk yumuk adımlar atarak dabuldak dubuldak sekerek gelen ve kolbastı yapan 15 kişi düşünün. Bitersiniz. Kaçacak yer olmaz. Akıllıca hamlelerle aralarından geçmez olmaz. Çünkü onlar da bilmiyorlar bir sonraki adımı. Dönüp koşmak da yetmez. Bir ömür kolbastı oynamış adamlardır onlar. Kondüsyonun en üst noktalarındadırlar. İşte gece rüyalarımı kaçıran. Dar sokaklardan hızlı adımlarla geçmemi sağlayan fobim. Şimdi çok abartmış gibi olmıyayım da "manyak la bu okumam bu blogu" demeyin ama dünyanın en sevimsiz şeylerinden birisidir karşımdan bir folklorik hareketler silsilesi izleyerek bana doğru bir beklentiyle hızla gelen insanlar.

Domuz gribi bana teğet geçer

17 Ekim 2009 Cumartesi

Geçtiğimiz aylarda ne güzel pek adı geçmiyordu ama nedense bu ay yeniden hortladı domuz gribi olayı. Hortlamakla da kalmadı Türkiye'de birkaç vaka da çıktı okullar tatil edildi falan. Bakıyorum Avrupa Uzakdoğu gibi panik millet değiliz biz. Onlarda hastalık sözü edilince hepsi bir anda takıyorlar ağızlarına o zamazingoyu bir anda öyle gezmeye başlıyorlar. Bizim millet ise bir ahbabıyla karşılaştığında "öpme abi hastayım" diyene "yaaa bırak allaasen gel öpücem mikroptan virüsten mi korkucam" diyen adamlarız. Domuz gribine de az çok böyle yaklaşıcaz galba. Bir başka sevimsiz durum da aşı olayı. Hakkında binbir tane spekülasyon yayıldığı için ben birkaç hafta bekleyip aşının yan etkileri var mıymış etkili miymiş onları diğer insanlar üzerinde gözlemleyip öyle yaptırırım belki de. Ya da daha güzeli etrafımdaki herkesi aşı olmaya teşvik eder böylelikle aşılı insanlar arasında kalıp bana hastalık bulaşma ihtimalini de sıfıra indirebilirim. Ama tabi bir de okul gibi cümbür cemaat durumlar var. Onun için de alırım yanıma bir adet kızılcık sopasını, domuz gribi şüphesi gördüğüme sille tokat dalarım uzaklaştırırım yanımdan yamacımda. Soran olursa da "ben domuz gribiyle savaşanlar derneğindenim" derim onlar da "vay be herif iyi savaşıyo hakkaten" diye takdir bile eder belki beni. Ha ayrıca sağlık bakanlığının da "aşı gelirse şu kadar kişi ölür aşı gelmezse şu kadar kişi ölür" tandanslı tahminleri kadar da kamuoyu moralini bozucak açıklama daha görmüş değilim. İnsan alıştıra alıştıra söyler.

Kafa attıran tost

16 Ekim 2009 Cuma

İşte yurdum insanının nasıl bir pazarlama dehası olduğunun göstergesi olan, ticari zekasını mizahıyla harmanlamış başarıya koşan bir kitle olduğunu gösteren resim. Bilmeyenler için de söyleyeyim Zidan diye yazdığı dünyanın en büyük futbolcularından birisi olan Zinedine Zidane'dır. Attığı kafa da dünya kupası finallerinde Materazzi'ye gerilip de tam göğsüne kafasının üstüyle (adeta bir koç gibi) vurduğu efsanevi bir kafadır. Bir tost bunu bir insana nasıl yaptırır derseniz işte ben de bu ilanı gördüğümde merakımdan mutlaka o tosttan bir tane yerdim, hatta 2 tane de bunu yazanın ticari zekası için yerdim, o da yetmezse 2 tane de mizah anlayışı için yerdim.

İnci Baba taksitle adam dövendir

15 Ekim 2009 Perşembe

Kanada'da ya da İsviçre'de olsam gördüğümde ağzımdan salyalar saçarak güleceğim bir siteyi Türkiye sınırları içinde görünce ister istemez geriliyorum. Hakeza oralarda böyle bir şeyi gören herkes şaka zanneder ama korkarım ki söz konusu site gerçek. Açıklayayım bari siteyi de seni bu hunhar merakından kurtarayım sevgili okur. Ardahanlı bir sayın abimiz olan Saim Arslan (nedendir bilmiyorum lakabı İnci Baba) çok pis adam döven birisiymiş. Bu meziyetini de paraya çevirmek istemiş. Sonra da tüm Türkiye'ye yayılabilmek için bir internet sitesi yapmış. Açık açık da yazmış taksit de yaparım kredi kartı da kabul ederim diye. Telefon numarasını da vermiş hatta. Korkarak tekrar tahmin ediyorum ki bu birey ve sitede yazılanlar da tamamen gerçek. Ayrıca bir de www.ardahan.info adlı siteye de günde 2 milyon kullanıcı girdiğini ya da girmesini istediğini (o cümlede yüklem kullanmadığı için bilemedim) belirtmiş. Neyse daha fazla uzatmadan bu söz konusu siteye ulaşmak isteyenler için link vereyim ve huzurlarınızdan çekileyim ben.

Bir hafta nasıl geçer

Öğrenim hayatımın son 1 senesine başladığım bu hafta benim için bitmiş sayılır artık. Yarın öğleden sonra gireceğim araştırma ve raporlama teknikleri dersinin nasıl olacağını şimdiden adım gibi bildiğim için bu yazıyı yazmak için yarını beklemedim. Bu haftayı da özetleme arzusuyla yanıp tutuştum nedense birden, beni bir tek sen anlarsın okur diyerek yöneldim bloga. İlk olarak benimki gibi dandik bir okulda okuyorsanız Kanada'da metalurji ve malzeme mühendisliği bölümü bitirmiş ve akademik başka hiçbir vasfı olmayan bir insan gelip burada çok rahat mesleki ingilizce ve araştırma ve raporlama teknikleri dersi verebiliyor. Bilse de veriyor bilmese de veriyor. Hatta bu insan 3. sınıf bilgisayar mühendisliği öğrencilerine "hepiniz mouse kullanıyorsunuz değil mi?" diye sorup yaklaşık 45 saniye kadar cevap bile bekleyebiliyor. Neredeyse her sabah 9'da okulda olduğum bu koskoca haftada hiç mi hayırlı birşey olmadı derseniz oldu tabi. O da göreceli bir hayırlılık durumu. Türkiye teknoloji açısından gariban bir ülke olduğu için ve ülkede donanıma yönelik neredeyse hiçbir şey yapılmadığı için gelecekte hiçbir işimize yaramayacak olan bilgisayar mimarisi diye bir derste RAM'in çalışma olaylarını faln öğrenmiş bulunuyorum. Ayrıca tabi bir de haftaya damgasını vuran her tarafından sucuklar sarkan yaratıklar olayı var. Bugün ise uyku problemim sebebiyle sabaha karşı 5 sularında zar zor uykuya dalıp sabah 8'de uyanıp okula gittiğimde öğrendim ki o dersi verecek hoca konferanslara gitmiş. Bunu da dün gece duyurmuş. Kime duyurmuş? Bölümdeki asistanlardan birisine. Haliyle birçok öğrenci gibi haberim olmadan perşembe sabahı boşu boşuna 8'de uyanmış bir kimse olarak okula gittim. Ev ahalisi de beni 30 dakka sonra evde görüp "bu çocuk derse girmedi galiba" demesinler diye okulda 3 saat muhabbet edip eve döndüm. Kısacası ilk haftamdan yıldım. Uğraşmam gereken 2 projeyi kara kara düşünmekteyim an itibari ile. Motivasyon teknikleri öğretin bana sevgili okur demekten başka birşey gelmiyor şimdi elimden.

Her tarafından sucuklar sarkan yaratıklar

14 Ekim 2009 Çarşamba

Yıllar yıllar önce lise son sınıftayken derste her hayvanlık yaptığımızda bir hocanın "seneye üniversite öğrencisi olacaksınız şu halinize bakın" benzeri birşey söylediğini hatırlarım. Beni de o zamanlardan almıştır bir merak "ulan acaba bu üniversite nasıl bir yer ola ki böyle abartıla" diye düşünürdüm. O zamanlar bakınca kravat takmamak dışında pek bir ekstremliği yokmuş gibi geliyordu. Bir dersler anfide olacakmış hep gibi gelirdi bana. Yine de bahçesindeki çimlerde oturup gitar çalan ortam olmadan üniversite de olmaz gibi düşünürdüm. Kısacası çok farklı birşey değil ama yine de kendi içinde liseye göre farklı ve değişmez hadiseler bulunan bir ortamdı bana göre. Bunları düşündüğüm anı da çok iyi hatırlıyorum. Lise sondayken bir kimya dersinde 0.7 uçlu Rotring kalemimle sıraya birşeyler kazırkendi.

Bugün ise zar zor enerji toplayıp gittiğim okulda bir derse girdim. Tonton görünümlü (hatta tip olarak eski Olacak O Kadar'da ki Bestami ve Kemancı'da ki Kemancının aynısı) bir hocanın grafik ile ilgili dersinde, konudan konuya atlarken insan gözünün sınırlarından bahsetmesini dinliyordum. Son olarak şu cümleleri sarfettiğini hatırlıyorum: "İnsan gözü saniyede 20-30 arası resim seçebilir. Bunun gibi kısıtlamalar mevcut. Ama örneğin insanların gözleri çok daha iyi görseydi görüp de beğendiğimiz bir kızın cildindeki birçok farklı şeyi görüp beğenemeyebilirdik. Hatta o bilim kurgu filmlerindeki her tarafından sucuklar sarkan yaratıklar da birbirini beğeniyor". İşte o her tarafından sucuklar sarkan yaratıklar lafını duyunca flashback'i yapıp bir anda lise sırasını kazıyan o kravatlı halime döndüm adeta. Kendi kendime de "hah" dedim, "işte buymuş demek ki üniversite dedikleri."

Facebook ve hayatıma kattığı yersiz resmiyet

12 Ekim 2009 Pazartesi

İsim konusunda hafızası çok kuvvetli bir kimse olamadım bir türlü. Nice kereler karşımdakiyle konuşmanın ilk 10 dakikasında adını hatırlamaya çalışıp sonrasında pesettiğimi bilirim. Bundan 3-4 yıl öncesinde de Facebook'a üye olurken "Facebook geldi kavga bitti" diyerek dandik bir atasözü devşirmesi ile isim hatırlama derdinden kurtulduğumu sanarak neşemi dile getirmiştim. Meğersem hiç de öyle değilmiş durum. Gelip görün ki bu sefer de yine yepisyeni bir sorun baş verdi. Facebook'ta hepinizin bildiği üzere insanlar isim ve soyatlarıyla var oluyorlar, hatta dikkat ettim gerçek hayatta da böyle oluyor. Ancak günlük konuşma dilinde bu soyatlar gözardı ediliyor. Ediliyordu. Ama artık Facebook'tan insanları isim soyatlarıyla görüp ezberlediğim için ilk gününü heyecanlar içinde idrak ettiğim okulumda bugün de gördüğüm herkese adıyla soyadıyla hitap ettim. Yani gidip "ooo Reha Muhtarcığım nasılsın?" veyahut "vay vay Asuman Krause de burdaymış" (ilk anda aklıma gelen isim örnekleri bunlardı yadırgamayın, hakir görmeyin) gibi cümlelerle isim soyat kombinasyonuyla hitap edip insanlara yıllar yılı yakaladığım o enseye şaplak göze parmak seviyesindeki samimiyetten elimde olmayarak feragat etmiş oldum adeta.

Teker teker gelin dersler

11 Ekim 2009 Pazar

Yarın 18 yıllık öğrenim hayatımın son basamağı olmasını umduğum son seneye başlamak üzere yollanıp okula gidicem. Aldığım birbirinden sevimsiz 7 ders ve yine birbirinden sevimsiz (1-2 tanesi dışında) hocaları ile bu dönemi transkriptime zeval vermeden geçmeye çalışıcam. Hayli geç başlayan okul dönemi ile de daha bir kolaylaşsa da adaptasyon süreci yine de konu en nihayetinde okul olduğu için insan biraz uzak durmayı yeğliyor. Mastır doktora gibi hırslarım da olmadığından bu sene de okula gidip şu kalan dersleri verip Türkiye'nin çarpık eğitim sisteminden paçamı kurtarmaktan başka birşey düşünmüyorum da şimdilik. Son sene olunca da insanın üzerinde ufaktan bir, okulun ilk günü öncesi berbere giderken çok süper saçlara sahip olacağını umup ama olmayacağını bilen insan ruh hali oluyor. Heyecan gibi de değil, merak gibi de değil. Tam anlamıyla gerilim sanırım. Ha bu arada bilirim ki 70 milyon kişi beni izliyor onlara da üzülerek duyururum ki okulun bu ilk ve en civcivli dönemleri boyunca daha az yazabilirim biricik bloguma. Ya da hiç belli olmaz okulda türlü saçmalıklarla karşılaşıp bolca da yazabilirim. Her türlü değişikliğe hazırlı ol yani sevgili okur.

Sayın Amerika bilim yapma, kalbini kırarız

10 Ekim 2009 Cumartesi

Flash TV'nin "hiç birşeyi başarılı yapabilmiş değiliz bari etraftaki herşeye bok atarak isyankar ruhlu Türk halkını kafalayalım" tandanslı yayın anlayışı az önce izlediğim gece haberlerinde doruk noktasına çıktı. Konu saçma, Flash TV'nin yaklaşımı hepsinden daha saçma. Bildiğiniz üzere dün Amerika, daha doğrusu NASA aya bir roket ve bir uzay aracı yolladı. Amaç da patlama sonrasında dağılan parçacıklara bakıp su ya da buz var mı diye araştırdıktan sonra elverişli ise ayda bir üst kurmak. Normal bir insana göre son derece bilimsel, hatta ulvi bir amaçla yapılmış bir deney yani. Peki Flash TV bu olayı nasıl ne kadar anladı: "Amerika aya demokrasi götürdü". Haberin içeriğinde de Amerika bir müddet kötüleniyor aya roket atmakla suçlanıyor. Sonunda da sunucu çıkıp ağlak bir bakışla "neden Amerika böyle yapıyor? O bizim de ayımız. Aya saldırıp demokrasi mi götürecekler" tandanslı ağlak bir konuşma yapıyor. Ben de o esnada içimden "ulan düdük madem senin ayındı önce sen çıkaydın uzaya da koruyaydın" diye geçiriyordum. Hadi Amerika'yı sevmiyorsunuz falan tamam anlarım da bırakın bari adamlar bilim yapsın. Ay'da kratere roket attı diye hallenip coşmak niye?

Bunları bilir miydiniz? #2

9 Ekim 2009 Cuma

Bu normal bir "bunları biliyor musunuz" yazısı formatında olmayacak baştan bildireyim. Yazı 1170'de kurulmuş olan Benin Empire (Benin İmparatorluğu) adlı memleketin o sıralarda başında kim varsa ona iki kelam etmemdir. Açık söylemek gerekirse o adam şimdi yanımda olsa tosun bünyeme de güvenerek "bu ne lan? bu ne oğlum? bunu açıklayın bana bir hele." diye suratına çemkirirdim. Sebep de bu ülkenin bayrağı. Bayrak kutsaldır falan tamam onu anlarım ama kendi ülkesine böyle manyak gibi bayrak seçmiş adamın da dalağını taşla çırparım ben. Bayrak diye koymuşlar kim kimdir belli değil, bari bir çizim kalitesi olsaydı, o da yok. Tek şaşırdığım da bu ülke bu mantalite bu bayrakla 1170'den 1897'ye kadar nasıl tarih sahnesinde tutunmayı başarabildi. Neyse daha fazla uzatmayayım işte huzurlarınızda Benin İmparatorluğunun huzur kaçıran bayrağı.

Açılın ben bilgisayar mühendisiyim

6 senelik üniversite öğrenim sürecimin 6. ve son süresinin başladığı şu günlerde yine karşıma çıkan bir dert bulunmakta. Artık benim de pek sevmediğim bölümüm. Eğer Odtü İtü gibi ülke çapında isim yapmış bir üniversitede okumuyorsanız bilgisayar mühendisliğini herkes öyle çok zeki bir durumunuz olmadığını bilir zaten. Hele benim gibi özel bir okulda okuyorsanız hiçbir kıymeti kalmıyor bölümün. Ayrıca hiçbir zaman da doktor ya da atom mühendisliği gibi sıradışı karizması olan bir bölüm de değil. Eskiden öyleydi ama artık 10 yaşındaki veletler kod yazıp 5 yaşındaki veletler internet sitesi yapmaya başladıktan sonra bilgisayar mühendisleri de bilgisayar başında yayıp oturmuş göbekli ve sağlıksız beslenen gözü bozuk, saçı uzun herifler olarak genç dimağlarda yer etmiş oldu.

Bir güzel yanı eş dost bilgisayar ile ilgili birşey sorunca yardım edip bir işe yaramış olmak. Ancak orda da apayrı bir sorun çıkıyor. Genellikle insanlar "internette şunu nasıl yaparım" diye ya da "antivirüs şöyle böyle yapıyor ne yapayım" diye soruyorlar. Ben de hiçbir derste bunları öğrenmiş değilim ki. Bunları geçtim okulda bilgisayar kasasına dvd-rw takma bile öğretilmiyor ancak sırf insanlar bana "sen ne biçim bilgisayar mühendisisin" diye sormasın diye oturdum kendim öğrendim nasıl yapıldığını. Bazı bilgiler bilgisayar başında geçirildikçe ediniliyor ancak daha beter denyo akranlar da bulunmakta. Örneğin bir zamanlar yaşadığım şu diyaloğu örnek göstereyim anlarsınız.

-Bölüm neydi senin?
-Bilgisayar mühendisliği
-Oo sen şimdi böyle hack falan da bilirsin. Bana da göstersene nasıl oluyor o işler?
-Yok bizde öyle bir ders
-Olmaz olur mu kesin vardır başkalarının bilgisayarına nasıl girilir falan onu anlatan bir ders
-Sen o zaman arkeoloji bölümünde tarihi eser kaçakcılığı dersi de var zannediyorsundur

6 senedir döne döne okumaktayım dersleri. Bir bölümdeki pek de önemli olmayan bir derste olası hack saldırılarına karşı ne gibi önlemler alınır neler yapılır gibi birkaç konu geçmesinin dışında hack konularında da hiçbir ders işlenmiş değil henüz okulumda.

Açıkcası isterdim başlıktaki gibi karizma yapabileceğim bir bölümüm olmasını. Ne birinin hayatını kurtarabiliyorum ne dünyayı kurtarabiliyorum. Ayrıca öyle şantiye gibi bir ortamın kralı olabilecek bir inşaat mühendisi gibi bir durumum da yok. Tek başına bilgisayar başında kaya gibi oturup ya kod yazarım ya da kasanın içini açar birşey yaparım. Her türlü ne o eski karizması ne de heyecanı kalmamış bir daldır yani bilgisayar mühendisliği benim gözümde.

Bunları bilir miydiniz? #1

Bir köşesi boş kalan her gazete genelde "Bunları biliyor musunuz?" başlığı altında 10 yıldır yazılan sıradışı bilgileri tekrar tekrar sıralarlar. Ben de "benim neyim eksik" diyerekten bunu benim blogumda yapmaya kadar vermiş bulunmaktayım. İlk anlatacağım hadise de yurdumun en popüler mekanlarından birisi olan Taksim ile ilgili. Taksim'de herkesin bildiği, biriyle buluşacağında ilk akla gelen, her sıkışanın müşteri gibi girip hacet giderdiği devasa (diğer şubelerine göre devasa en azından) bir Burger King vardır. Her giden de görmüştür. Tam Taksim Meydanı ile İstiklal Caddesinin arasındaki en büyük köşede. Sıradışı olan olay ise şu. O en popüler Burger King yıllar yılı zarar edermiş. Bunun sebebi de iş yapmaması değil astronomik kira bedeliymiş. İlk anda akıllara "madem zarar ediyorlar neden kapatmamışlar bunca süre" gibi bir soru gelebilir. Gelin görün ki Burger King o şubeyi normal bir şube olarak saymıyor, reklam gideri olarak görüyormuş. Yani ordaki o şubenin ordaki varlığı başlı başına bir reklam. Bu arada İstiklal Caddesi'nin girişindeki o yanyana devasa dükkanların birçoğu da aynı aileye sahipmiş, kendilerine burdan sevgilerimi saygılarımı gönderiyorum.

Pirenses'in "i"si beni gerdi

7 Ekim 2009 Çarşamba

Prenses diyince insanın aklına genelde uzun sarı saçlı (nedense masallar Avrupa kökenli gibi gelir bana o yüzden de sarı saçları olduğunu düşündüm hep prenseslerin) çıtı pıtı, kabarık etekli, tepesinde ufak bir taç olan hanım hanımcık insanlar gelir aklıma. Gelin görün ki gün geçmiyor ki bu güzel memleketimde bu aklımdaki imajlardan birisi daha yıkılmasın. Kanallar arasında hızlı hızlı geçiş yaparken Show TV'deki Yemekteyiz'e denk geldim. Bir yarışmacı vardı ki beni benden aldı. İsmi Pirenses (yazım hatası değil arada "i" harfi de var isimde). Pirenses deyince (yazım hatası bile de olsa) insan başta tarif ettiğime yakın birşey bekliyor. Ancak bu Pirenses öyle böyle değil. Pehlivan gibi devasa bir bünye, kafa atmak üzereymiş gibi öne eğik duran bir bünye, şekilsiz anormal dudaklar ve nispeten önde duran kocaman bir alt dudak, kalın kalın etli butlu kollar, devamlı car car bağırıp karşısındakini konuşturmaması... İsim konusu da bu yüzden çok riskli. Açıkcası bir baba adayı olarak (nedense isimleri de hep babaların koyduğunu düşünürüm) çok net eminim ki bazı isimleri kullanmaktan öldüresiye kaçınacağım. Örneğin evladım olur o neşeyle koyarım adını Mülayim. Sonra bu Mülayim civelek gibi oradan oraya koşup süper aktif hareketler yapan bir insan olup çıkarsa insanlar bana laf söz eder "bu nasıl isim koymaktır manyağın delişmenin önde gideni çocuğa Mülayim diye isim mi olur" diye. Bu yüzden Osman, Ökkeş gibi risksiz, sıfat olamayacak isimlerden şaşmamakta fayda var. Yoksa Pirenses olursunuz da haberiniz olmaz mazallah.

Ders kayıt işleri kabusum olur

6 Ekim 2009 Salı

Yine bir Ekim ayı dolayısıyla okul başlangıcı dönemi sebebiyle arkadaşlarla sözleşilip sabahın onunda okula gidildi. Normal şartlar altında bir ders kayıt işlemi nasıl olur üniversitede kısaca bahsedeyim. Boş bir ders programı alırsınız (tabi bu anca benimki gibi çağdışı kalmış okullarda böyle, normal okullarda internetten oluyor hep bu olaylar) ve gider ders programına bakar hocası saati uygun olan dersleri ve seçmece derslerden en güzelini alıp ders programına yazarsınız. Birkaç kişi imzalar. Öğrenci işlerine teslim edilir. Benim gibi özel okulda ve 4 seneyi geçkin öğrenciyseniz ders başına parasını ödersiniz biter. Bugün yaşadıklarıma gelecek olursak...

Her normal Türk genci gibi aldım boş programı gittim ders programının başına. Ancak o da ne. Benim 4. sınıf 2. dönem aldığım ders olmuş 3. sınıf 1. dönem. O dersin yerine de bambaşka bir ders gelmiş. Nedir ne iştir diye gittim danışmanın yanına. O esnada da normal makul mantıklı bir danışman nasıl olur anladım, bunca yıl danışman diye sırf imza atan angut hocamın kulaklarını da içimden bir güzel çınlattım. Karşıma gelen ilginç durum da şu ki ben okula girdiğimden beri 3 kere müfredat değişmiş. Bu değişiklik de derslerin kendi arasında yer değiştirmesi değil. Yaklaşık 5-6 ders tamamen tarih sahnesinden silinmiş yerine yepyeni hiç haberim olmayan dersler gelmiş. "Hoca madem öyle ben döne döne yeni çıkan dersleri almakla mı uğraşacağım" diye sorunca makul danışman da hak verip benim dönemimdeki müfredata döndük. Tam coşkuyla kalemi çalıp alacağım dersleri yazacağım ki o da ne. Benim dönemin derslerinin hiçbiri kalmamış. Bu noktada da başladık günümüz derslerini benim çağdışı müfredatıma uydurmaya çalışmaya. Ki bu esnada danışmanın yaklaşık 2:30 saat boyunca verdiği dersi de kapısının önünde ayakta bekleyerek geçirdim "aman gelirse kaçırmayayım" diye.

Netice olarak sabah 10'da okula gitmiş kayıdın sadece ders seçip imza attırma kısmını saat 17:15 gibi bitirmiş bir öğrenci olarak yoruldum. Okulumdan bir kere daha tiksindim. Yurdum eğitim sisteminden bir kere daha tiksindim. Bunca saatlik çaba sonunda da hangi dersi nereye kimi kimin yerine aldığıma dair en ufak birşey hatırlamadan eve döndüm.

Daha da rezil bir durum anlatacak olursam sabah 10da benimle birlikte okulda olan arkadaşım da bu sene 3. sınıftan ders alma hakkını (3 sınıfa geçebilmek için ilk 2 sene ortalamasının 2.00 olması gerek en az) biraz geç kazandığı için 6. senesinde 3. sınıf derslerine başlıyor. Ancak şöyle bir durum var ki 7 senede mezun olamayan öğrenciler okuldan şutlanıp af beklemek zorunda kalıyor. Yani bu arkadaş da birkaç dersten kalsa öğrenim hayatı sona erecek. O da haklı olarak "bu sene 3. sınıf ve 4. sınıfın derslerini alayım da seneye rahat edeyim" dedi. Rezillik de bundan sonra çıktı. Eski angut danışman olmaz diyor, makul danışman olur diyor, öğrenci işleri başkanı olmaz diyor, dekan olur diyor. Okula girdiğimden beri 4 kere değişen yönetmelikten zaten kimsenin haberi yok herkes kafasına göre birşey sallıyor. "Eskiden bu şekilde ders alan öğrenciler vardı" diyince de "olabilir" gibi son derece akademik cevaplar veriyorlar.

Bunca şeyden sonra ilk olarak üstüne basa basa söyleyeceğim şey İstanbul Ticaret Üniversitesi'ni seçmeyin. Bir hata yapıp seçtiyseniz en kısa sürede yatay geçin başka bir yerlere. Ayrıca ülkedeki vakıf üniversiteleri arasında en ucuzu olmasından kıllanmanız gerektiğini de tekrar tekrar vurgulamakta fayda görüyorum. Netice olarak okul ilk günden okul burnumdan geldi. Ne eğitim ne öğrenim hevesim kaldı. Vurgulamalara doyamadığım için tekrar vurgulamakta da fayda görüyorum, İstanbul Ticaret Üniversitesi diye adlandırılmış olan tamamen kuralsız ve yönetmeliksiz, ayrıca eğitimden ziyade ticareti ön planda tutup öğrencileri sınıfta bırakarak olabildiğince çok para kazanmaya çalışan, yemek namına hocaların yediğinden artan olursa 4 çeşit dandik yemeği kantininde 6 liraya satmaya çalışan, sosyal aktivite anlayışı masa tenisinden ibaret olan, hoca olarak alakasız yerlerden daha önce hiç öğretmenlik yapmamış rastgele insanlar getirtip bunlara öğrencilerini sınıfta bırakmasını tembihleyen, her sene derslerin değiştiği, internetten kayıt yaptırabilmekten aciz, teknoloji namına okulda çalışan bilgisayarı bile zor bulunan, 2000 kişilik kampüse 100 kişilik kantin koyan, akademik anlamda en ufak bir başarısı olmayan, öğretmen başına en çok öğrenci düşen 4 üniversiteden biri olan, öğrencilerini ilkokul sıralarına benzer sıralarda oturtan, çalışanlarının hiçbir zaman yerinde olmadığı, içine bomba konulduğunda panik olmasın diye öğrencilere haber verilmeyen, öğrenci işlerinde çalışanlara birşey sormak için aradığınızda keyifleri yoksa açmadıkları bu yüzden üsküdara kadar gitmek zorunda kalınan ve öğrenci işleri çalışanlarının bundan hiç gocunmadığı, kampüsünün tepesindeki basket sahasını öğrencilerine kullandırtmayıp özel basket okullarına kiralayan, seçmeli dersleri alabilecek öğrencilerinin sınıftaki koltuk sayısıyla orantılı olduğu, eğitim öğretimle uzaktan yakından alakası olmayan bu yere sakın adımınızı bile atmayın.

Giden mücahitin ardından

5 Ekim 2009 Pazartesi

Bir vakitler yazdığım yeşil sahalarda bir küçük mücahit yazısını sadık okurlarım hatırlayacaktır. Dün de bu konuyla ilgili neşeyle öğrendiğim bir olay olduğu için tekrardan bu konuya döneyim de 2 kelime edeyim dedim. Dün ligin 8. haftasında ilk galibiyetini aldı Bülent Uygun'lu Sivasspor. Antalya karşısında 2-0 gibi bir skor ile sahadan galip ayrıldılar. Bu maçla da 8. hafta sonunda yanılmıyorsam 4 puan sahibi oldular. Gelelim benim eğlendiğim konuya. Geçen sene Bülent Uygun'a Sivasspor'un başarısı sorulduğunda "İstanbulda Laila var burda la ilahe illallah var" deyivermişti. Bu sene hem avrupada hem ligde aldığı kötü sonuçlara bakarak demek isterim ki Bülent Uygun'un la ilahe illallahı bitmiş herhalde ki maç kazanmaktan aciz oldu takım. İstifa etmesine de en çok sevinenlerden birisi olarak ben neşeyle izlediğim bir futbol liginde böyle spora dini karıştıran adamların gitmesinden çok mutluyum. Tekrar belirtmekte de fayda görüyorum birkaç tanesi hariç ne Sivasspor'lu oyunculara ne Sivasspor yöneticilerine ne de Sivas'a karşı bir garezim yok. Beni tek rahatsız eden Bülent Uygun idi o da gitti kavga bitti.

Otoyollarda bir potansiyel kriminal

Yine bir haftasonu klasiği olaraktan giydim formamı aldım kombinemi yolunu tuttum stadın oturup arkadaşlarla iki kelam edip maçı izlemeye. Bu sezon gittiğim maçlar arasında da en erken başlayanı olan (20:00 idi maç başlangıcı) maç olması nedeniyle de içimde ufak tefek neşe kırıntıları vardı ilk defa evime erken gidip yapacağım türlü çeşitli yemekler yapıp yiyerek neşe ile maç özetlerini izlerim tandanslı. Gelin görün ki ne kadar kısmetsiz bir adam olduğumu unutmuşum ki saat 10da çıkıp, beni dağ başındaki mahalleme götürecek olan minibüslere doğru yürürken ufaktan tebessüm ediyordum. Minibüse binip iyice yerleştikten sonra tıngır mıngır gitmesini keyifle etrafa bakarak düşünmemeye çalışıyordum. Ne zaman ki minibüs Maltepe taraflarına geldi bir duraktaki 2 polis memurunun el etmesiyle sağa yanaştı. Yurttaki her kriminalin minibüslerde olabileceğini düşünen emniyet teşkilatı sağolsun minibüsteki herkesin kimliklerini topladı tek tek teknolojik bir alet ile bakmaya başladı. Bu esnada da en büyük tedirginlik konum olan kimliğin yanlış minibüse verilme durumu (daha önce eşimden dostumdan duymuşluğum olan bir olay) beni derinden endişelendiriyordu. Kimliğimi geri alıp cüzdanıma koyduktan sonra rahata kavuştum. Kavuşmaz olaydım. Kavuşamadım da zaten. Nispeten iç anadolu şivesiyle konuşan ve yanındaki polise göre biraz daha kalantor olan polisin bir kimliği verip minibüse yollamasıyla aldı beni bir endişe yine. Polisin minibüsün içerisine kafasını uzatıp da "hede hödö kim?" diye 2 kere sormasından sonra şoföre "aracı sağa çekip kontağı kapat" demesiyle biraz kıllandım. O esnada kendi kendime "ne olabilir ki, suçlu kimse çıkar direnirse iki dakka linç eder emniyet güçlerine teslim edip yolumuza devam ederiz" diye kendimi avutuyordum. O esnada bu avuntum da yerle bir oldu. Hakeza adı geçen potansiyel kriminal kişi minibüsün şoförüydü. Polislerle 5-10 dakikalık bir konuşma esnasında mahkemeye gitmeyi unuttuğu anlaşılan şoför "arkadaşı arayayım da gelsin arabayı alsın yolcuları götürsün" deyince anladım ne bahtsız bir birey olduğumu bir daha. Sonrasında da yaklaşık 30 dakika boyunca bu söz konusu arkadaş gelmeyince ordan geçmekte olan aynı hattın başka bir minibüsüne sığınarak yolculuğumun daha ayakta, daha tıkış tıkış ve daha kokulu olan ikinci kısmına başlamış bulundum. Netice olarak da yine saat 12'den sonra evine gelmiş yorgun bir genç. Yalan olmuş bir yemek yapıp yeme hevesiyle çubuk kraker yiyen boynu bükük bir genç.

Sambalı olimpiyat

4 Ekim 2009 Pazar


Bundan birkaç ay önce yazdığım olimpiyat aday şehirleri yazısındaki adaylar nihayet teke indirildi ve olimpiyatların yapılacağı yer belli oldu. 2016 Olimpiyatları'nın yapılacağı şehir Rio. Evet yanlış duymadınız Brezilya'nın sambalı festivalli büyük şehri olan Rio. Açıkcası saat farkı, yaz aylarında oralarda kış olması (güney yarım küre durumundan) ve Brezilya'nın yüksekçe olan suç oranı yüzünden Madrid olmasını isterdim gelin görün ki olmadı. Ancak Türkiye'ye de gelmiş olan Brezilya devlet başkanını hatırlayınca, onun sayesinde bütün atılımlar gerçekleştiren ve kalkınan Brezilya'nın bu olimpiyatları biraz da hakkettiğini düşündüm. Ayrıca Rio açıklandığı anda Pele'nin göz yaşlarını da görünce içim bir tuhaf oldu. Ayrıca Obama'ların da kalkıp seçim yapılan yere gitmesinin de ters tepmesi son derece hoşuma gitti. Chicago da zaten haketmiyordu benim gözümde.

Sanal tarıma mahkeme baltası

Eşimi dostumu bana bulduran Facebook malum son zamanlarda binbir türlü uygulamanın yeri oldu. Bunlardan en popüleri de 53 milyon kullanıcısı ile Farmville idi. Basitçe anlatmak gerekirse boş bir arsaya kah ekin ekiyor kah ağaç dikiyor kah hayvan besliyor bunların neticesinde de gelişiyor sanal sanal para ve yeni eşyalar kazanıyor. Tamamen zaman geçirmeye yönelik basit bir uygulama yani.

Bizim mahkeme de sağolsun geldi yasakladı. Millet ayaklandı coştu mahkeme nasıl böyle bir şey yapar diye. Ben de araştırmacı parahuman olarak atladım olayın arka planını bir araştırdım ki araştırmaz olaydım. Bu oyunun yapımcısı olan Zynga isimli firma diğer birçok oyunla birlikte bir de sanal poker oyunu yapmış. Ki yine bildirmekte fayda görüyorum bu poker oyunu da tamamen sanal para ile oynanıyor. Gel gör ki bizim mahkeme durur mu. Görmüş pokeri vurmuş Zynga'nın hatlarına kilidi böylelikle diğer birçok oyunu da heder olmuş. Çağın bu kadar gerisinde kalmış anlamayan etmeyen insanların bu işlere karıştığı bir ülkede yaşadığım için de inceden bir hicap duydum.

Besili yaşam koçu

3 Ekim 2009 Cumartesi

Sevgili okur şu an okumakta olduğun yazı bir iş ilanıdır. Bunu da baştan açık açık bildirmekte hiç bir sakınca görmedim. Bundan kelli kim parayı bastırırsa onun yaşam koçu benimdir artık. Yaşam koçu nedir diye merak edip düşünenler için açıklayayım. Kendi hayatını becerip de yaşayamayanlara oturduğu yerden ahkam kesecek "onu öyle yapma bunu böyle yap" diyecek bir insandır yaşam koçu. Ayrıca bu mesleğe dair bir üniversitede bir bölüm olduğunu sanmıyorum, yani ben de bu işi yapabilmek için yeterli donanıma sahibim. Zaten başlıkta gördüğünüz besili kısmından şüpheniz olmasın, genel kültür deseniz kovalar dolusu, analitik düşünme deseniz 6 yaşımdan beri yaptığım birşey, modern dünyayı her türlü çağdaşlıkla da kucaklamışım zaten, haliyle gördüldüğü gibi yaşam koçluğu denen mesleği yapmak için eksiğim yok fazlam var. Aylık ücret olarak da nedendir bilmem 500 tl istemekteyim. Hatta tek kişilik dev kadrolu şirketime slogan da buldum, yazıyı da bu muhteşem sloganla sonlandırmak isterim: "Gelip bu koçu bulmadıkça, devam edersin tırt yaşamaya"

İcat yata yata büyür

2 Ekim 2009 Cuma

Bir zamanlar bir söz duymuştum "Bütün icatlar tembellikten yola çıkılarak bulunmuştur" diye, bunca yıldır da düşünürüm çürütebilmiş değilim bu sözü. İlk etapta akla gelen örnek olan "asansör merdiven çıkmayı üşenen biri tarafından bulunmuştur" örneğini geçip daha detaylı düşünecek olursak matbaa denen olay da bir yazıyı elle kopyalamak istemeyen biri tarafından veyahut plak denen olay da konsere gitmeye üşenen biri tarafından bulunmuş olabilir.

İşte bu noktada da serzenişim başlıyor ey okur. Yıllar yılı tembelin önde gideniyim. Sırf uykuya dalma keyfini yaşayabilmek adına uyanıp uyanıp uykuya dalarım üşenmeden. Oturduğum yerden lastik top atıp ışığı kapatırım. Sırf elimi klavyeye uzatmaya üşendiğimden ötürü kopyala yapıştır olayını bile mouse ile yaparım. Tembelliğimden şüpheniz kalmadığına göre sorarım benim icat nerde kaldı. Aklıma gelmiş de imkanlarımı aşmış olsa ona da hayhay, ancak bunca yıldır aklıma öyle bir cin fikir de gelmiş değil. Dahilik ile delilik arasındaki ince çizgideyimdir ha geldi ha gelecek icat diyordum ki ne çizgi kaldı ne incelik.

Her duyulana inanmamak gerekiyormuş belki de. Hatta artık kafama bambaşka bir soru daha takıldı. Ben bu kadar yorgun, tembel bir hayat yaşarken aklıma süpersonik bir icat fikri gelse ben bu tembellikle o icadı nasıl hayata geçiririm de insanlığın hizmetine sunup "işte o ince çizginin dahilik tarafına geçtim" diyebilirim o da bir muamma.

Kahrol medya al sana Marduk

Bir zamanlar nice kâhinler çıkmış demiş ki "güneş sisteminde aslında 10 gezegen var, sonuncusu olan marduk da dönüşünü 3600 yılda tamamladığından kelli hiç göremedik, amma bu Marduk gelecek 2012 yılında dünyanın çok pis yakınından geçecek dünyayı da yakacak yıkacak" bu kehanet de kimilerinin içine oturmuş kabusu olmuş rüyalarına girmiş. Ben de oturdum düşündüm neden 2012 diye, sonunda anladım ki esas Marduk bizim medyayı vuracak. Neden derseniz şöyle saçma bir bağdaştırma yapacağım ki 2000'den itibaren her yıl 1 gün "vay efendim bugünün tarihi 05.05.05 idi ne kadar ilginç değil mi sevgili izleyiciler" haberini yaklaşık 10 dakika kadar izledik. Yok efendim o gün evlenenler çok olurmuş da akılda kalsınmış falan. İnanıyorum ki her haber merkezinde de hiçbir konuda fikri olmayan ama böyle tarihi ilginç günler olsun ya da ramazan öncesi pastırma fiyatlarını halka danışma olsun bu niteliksizlikte haberleri yapan birileri var. İşte bu Marduk da onların kabusu olsun. Evet sevgili okur yine yaptın beyin fırtınasını bağladın Marduk ile bu niteliksiz adamları. Çünkü bu takvimsel haberi yapabilecekleri en son tarih 12.12.12 olacak. Yani Marduk'un gelip de ya dünyayı ya da bu niteliksiz habercilerin bir malzemesini yokedip bitireceği gün.

Kaldırımlar ormana, dönmeli yurdumda

Blog yazmaya başladığım ilk haftalarda yaya dediğin yaya yaya yürür başlıklı bir yazı yazıp, yurdum yayalarının kaldırımla olan alakasızlığından dem vurmuştum. Geride kalan haftalarda Platini sağolsun gece 22:05'de başlamış olan maçtan çıkmış saat 1:30 civarında nüfusu Bilecik'i geçen mahlleme (reklama girmesin diye de isim vermiyorum) gelmiş son derece tenha bir ara sokakta yorgun argın evime yürüyordum. Gelin görün ki bir de ne göreyim. Yolun ortasından yürümekteydim. Sokağın durumunu tarif etmek gerekirse o saatlerde saatte yaklaşık 3-4 tane araba geçer, onlar da 30 km.'den daha hızlı gidiyor olamaz. Yani aslında yoldan yürümekte hiçbir sakınca yok. Madem o kadar milleti rezil ettim blogumda, internet ortamlarında ben de çıkıp kaldırımdan yürüyeyim bari dedim. Ancak o da ne. Kaldırımda yürümenin imkanı yok. Neden derseniz işte şundan. Kaldırım 2 tane cılız insanın yanyana anca yürüyebileceği, ket vuramadığım tosun bünyemin de tek başına zor yürüyebileceği bir genişlikte. Ancak tek sorun da bu değil. Kaldırımın içerisine doğru girintide duran çöp kovaları daha da kötüsü ağaçlar bulunmakta. Şimdi okuyunca saçma gelmiştir tahminimce "kaldırımda ağaç ne arasın?" tandanslı bir beyin fırtınası yapmışsınızdır elbet. Ancak adım gibi eminim ki İstanbul gibi komik kentleşen bir yerde yaşayan herkes bunun gibi bir kaldırımdan geçiyodur ve farketmiyordur. Ben demek ki maçta höyküre höyküre bağırdığım için şakralarım açılmış hemen farkettim durumu. İşi daha da zorlaştıran hadise şudur ki ağaçlar kaldırım taşlarından çıkamayacağından kelli o kısımlar toprak ve biraz daha alçak ve o ağaç çıkan yerin etrafı da kare olacak şekilde 4 tane çıkıntı şekilli uzun taşla desteklenmiş. Kısacası o çıkıntıya basıp tökezlersiniz, olmazsa ayağınızın yarısını o çıkıntıya basıp burkarsınız, o da olmadı tamamen alçak kısıma basıp afallarsınız, hiç biri olmazsa alçak kısıma bastıktan sonra çıkıntıyı göremeyip tökezlersiniz. Yani bir kaldırımda olması gereken en saçma ve gereksiz bir off-road deneyimi yaşarsınız. Bana monitörlerinizin başından "insan görür o çıkıntıyı girintiyi be adam" dediğinizi duyar gibiyim. Ancak takdir edersiniz ki bu ağaç dediğimiz şeyin yaprakları da oluyor üstünde ve kendini aydınlatmakta zorlanan belediyenin diktiği ışık direkleri bu yaprakları geçemiyor. Ağacı sevelim koruyalım ona sözüm yok ancak ağaç denen biyoloji harikası ülkenin akciğerleri de kaldırımda olmaz. Devamında benim ne yaptığımı da merak ettiğinizi tahmin ediyorum, en azından ümit ediyorum. Söyliyeyim sevgili okur. Ben de kaldırımdan inip yaya yaya yolun ortasından yürüdüm. Talihliyim ki 1 tane de araba geçmedi. Ben de yaymamdan birşey kaybetmeden evime kadar yürüyebildim.

Blog Widget by LinkWithin