Yalandan ansiklopedi

30 Eylül 2009 Çarşamba

Herkesin malumu, 1 numaralı bilgi kaynağı bir dev internet ansiklopedisi vardır, Wikipedia isimli. Benim yıllar yılı neşeyle takip ettiğim bir başka site var ki o da Wikipedia benzeri görünümlü ancak içindeki (neredeyse) bütün bilgiler yanlış ve tamamen eğlence amacıyla yazılmış. Bunun da adı Uncyclopedia. Örnek vermek gerekirse Türkiye sayfasında, dostlar olarak Araplar ve Turk Telekom, düşmanlar olarak da Youtube ve Youporn yazıyor. İstanbul başlığındaki yol bilgilerine bakınca "toplam yol 1829203 km. kullanılabilen yol 3km." gibi güldüren yalan dolan bilgiler mevcut. Kısacası yalan yanlış şeyler okuyup gülmek için güzel bir site.

Radyom da internet alemlerinden gelsin

Müzik arşivimin arızalı bilgisayarımda kalmasından kelli dinleyecek yeni şeylerde sıkıntı çekiyordum ki imdadıma yetişen süper bir hadiseyi sizlerle paylaşmak istedim. Digitally Imported internet üzerinden yayın yapmakta olan bir radyo. Oldukça fazla çeşitte müziğe erişmek mümkün. Ayrıca aynı siteden kardeş radyo olan sky.fm'e de ulaşmak mümkün. Digitally Imported daha çok elektronik müzik üzerine yoğunlaşmış ancak yoğunlaşma o yoğunlaşma. Elektronik müziğin binbir türüne erişmek mümkün bu siteden. Tek tıklama ile dinleyebilmek mümkün. "Parahuman efendi övdün övdün de hiç mi bir kötü yanı yok bu sitenin" diye soran okurlarım varsa söyleyeyim. Saatbaşı 2 dakika civarı reklam yayınlaması dışında hiçbir eksi özelliği bulunmuyor bu güzide sitenin.

Gaspa örf süsü vermek

27 Eylül 2009 Pazar

Şimdi de parahuman haber bülteninde sizin için seçtiğim bir adet haberi okumak üzeresiniz. Samsun'da 2007 yılında oğlunu evlendirmenin verdiği haklı gururla gelin arabasına binip şehir turu atan Mehmet Pekşen'in gelin arabasının önünü 6 kişilik bir genç sürüsü keser. Adettir diye tuttururlar para isteriz diye. Sonrasında da gelin arabasından verilen 170 tl'yi beğenmeyip "banane biz 500 istedik" diyip Mehmet Pekşen'i ve damadın bir diğer akrabası olan Orhan Kasap'ı bıçaklıyıp kaçıyorlar. İşin trajik kısmı da bundan sonra başlıyor, bu 6 gencin 4 tanesi suçsuz bulunuyor mahkeme tarafından. Bıçaklama kısmına karışan 2 kişi savunmalarında "gasp yapmadık, gelin arabasının önünü kesip para almak örftür" deyince hakim de "ha tamam o zaman" deyip 3.000 tl ceza veriyor sonra da bunu erteliyor. Sanırım dünya üzerinde de gaspa örf süsü verilen tek ülke olarak bir kez daha bizlerin saygısını kazanıyor Türkiye de.

Türkler ne arar

Az önce farkettim ki şuan yazmakta olduğum yazı naçizane blogumun 111. yazısı oluyor. 111 sayısındaki bu görsel ziyafeti neşe dolu bir yazıyla birleştireyim de tadından yenmez bir yazı çıksın ortaya dedim ben de. Bilmem bilir misin sevgili okur internet devi Google'ın Google Analytics diye bir hizmeti var. Sitene kim girmiş nerden girmiş kaç dakka durmuş nerelere tıklamış ne diye aramış da senin sayfanı bulmuş hepsini gösteriyor. İşte ben de nicedir görüyordum bu arama kısmını ve ilginç aramaları onları paylaşayım bari dedim. İşte huzurlarınızda benim naçizane bloguma Türkler Google'da ne aramış da gelmiş:

Facebooktaki okeyde hile - İşte klasik bir yurdum insanı aramasıyla karşı karşıyayım. Ben facebook'taki okeydeki derdimi anlatmışım yazımda millet orda bile taş çalmanın peşinde. İşin kötüsü bunu arayıp da sayfama giren kişi sayısı 1 de değil, 2.

2009 Ağustos ay sayısal lotoda en çok çıkan rakamlar - Buna ben de birşey diyemiyorum, ben de oynarım şans oyunu. Ancak bunu arayan arkadaş sayfama girdikten sonra ilham gelip de tutturduysa altılıyı bana da bir araba alırsa çok makbule geçer. En azından çıktığını söylesin de blogumda bir Nimet Abla rüzgarı estireyim.

2016 olimpiyatları nereye - Bu arama normal gibi gözükse de sonu "nerede" olsa tamam derdim de nereye olunca sonu karadenizli bir yurttaşın yaptığı bir aramadır belki dedim. "Ha bu 2016 olimpiyatları nereyedur" gibisinden bir çağrışım yaptı bende.

amishler cinsell hayat- Baştan belirteyim arayanın yaptığı yazım hatalarını da aynen aktarıyorum buraya. Bir vakitler uzun uzun anlattıydım Amish Tarikatını, hayatlarını falan. Bu yurdum insanı da sağolsun merak ede ede onların cinsel hayatlarını merak etmiş, nedense arayınca da benim sayfayı bulmuş.

beygirlerde cinsellik - Merak ediyorum bir insan beygirlerin cinsel yaşamıyla ilgili neyi merak edebilir diye. Tamamen belgesel tarzı meraktır herhalde deyip bunu da geçiyorum.

bursaspor tribün nu besteler - Bunu da yazım hatasından dolayı buraya almaya layık gördüm. Tribünü yazmayı akıl edememiş arkadaşımız nasıl ayıracağını da bilemeyince ortaya böyle birşey çıkmış. İlk okuduğumda "nu beste" çıplak beste falan oluyor herhalde diye düşündüm.

facebook okeyde hile - Bir de bu şekilde yazıp arayan var. Bizim milletin aklının hileyle hurdayla haşır neşir olduğu çok net ortada.

facebooktaki gizli üyeler - Belli ki insanlar birşeyden rahatsız olmuş, darlanmış ya da bulunmak istemiyor ki gizlemiş kendisini daha niye zorlarsın arama motorlarında kendini bulucam diye.

kahvede kaçak iddaa - İddaa yasal olunca bizim insanlar soğudu sanırım.

kaçak bahis - Yasak olanın bizim millete cazip geldiğinin somut örneği. Birebir aynısı iddaa varken yasadışı olanını aramakta ısrar ediyor bizim insanlar.

makedonya great britanya izle - Bir kere Great Britanya öyle yazılmıyordur tahminimce. Ayrıca birşey izlemek istemiş ama ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.

son talihimin ingilizcesi - Google'ı hiç anlayamamış bir yurdum insanı. Bir cümle yazıp sonuna ingilizcesi deyince Google otomatik çevirir zannetmiş gelmiş benim sayfamı bulmuş. Kimliğini açıklarsa bir Türkçe-İngilizce sözlük hediye edebilirim kendisine.

Tekrardan belirtmekte fayda görüyorum ki bunlar 100'e yakın anahtar kelime arasından sadece benim seçip çıkarttıklarımdır. Hepsi böyle gibi birşey çıkarılamaz yani. Ancak yine de Türkiye çapında bir sosyal araştırma gibi ışık tutar bir hali olduğunu da gözardı etmemek lazım. 111. yazımda da bunlarla gülelim eğlenelim dedim.

Geniş Aile

Bunca zaman blog yazıyorum diye Türk televizyonlarını yerden yere vurdum, eleştiri içinde bıraktım. "Peki bunca kötü şey yazdım da arada hiç mi güzel birşeyler olmuyor" diye sormaya niyet edenlere de cevabım bu yazıdadır. İşte olumlu eleştirilerle dolmak üzere olan bir yazı.

İlk olarak belirteyim ki Türk kanallarındaki dizileri pek takip etmem. Hele bir de bu diziler yazın başlıyorsa biraz daha şüpheyle yaklaşırım. Ancak Geniş Aile dizisi bambaşkaymış adeta. Dizinin bu kadar sevilmesi ve başarısındaki 2 önemli faktör diyalogların pür neşe olması ve karakterlerin izleyenlere son derece gerçekçi gelmesi. Yani kötü adam olayım diye herkese kötülük yapan adamlar yok da bir mahalle dolusu insanın arasında geçen uyumsuzluklar var. Ayrıca oyuncuların hepsinin de özenle seçilmiş olduğu belli. Hatta şuan dayanamayıp oyuncular hakkında birkaç satır yazmak istiyorum.

Halit Akçatepe: 90'lı yıllardan kalma Hababam Sınıfı Sendromu gibi bir durum var sanırım, o jenerasyonun insanları Halit Akçatepe'yi gördüğü vakit direk sırıtmaya başlıyor. Kendimde ve nice nesildaşımda gözlemledim bu durumu. Ayrıca dizide de eşiyle yaşadığı çekişmeleri son derece neşeli aktaran bir ihtiyarı delikanlıyı oynuyor.

Rasim Öztekin: Türkiye'deki sayılı yeteneklerden biri olmasına rağmen hiçbir zaman anlayamadığım ve kendi klasına yakışmadığını düşündüğüm basit rollerde izledikten sonra böyle neşeli bir dizide kendisini görmek çok sevindirici.

İlker Ayrık:
Genç izleyiciler hatırlamaz büyük ihtimalle ancak "Aslı ile Kerem" adlı bir dizi vardı yıllar yıllar önce. İlker Ayrık hatırladığım kadarıyla ilk olarak orada çıktıydı. Sonra da Dankek reklamlarındaki Kek'i oynadıktan sonra kayboldu gitti. Tiyatro kökenlidir, karakterini de son derece başarılı canlandırmıştır.

Ufuk Özkan:
Ekibin tiyatro kökenli birçok oyuncusundan birisidir. Birkaç dandik diziden sonra rahatça kendinden birşeyler katabileceğini düşündüğüm bir role kavuştu.

Fırat Tanış:
Dizideki kötümsü adam rolünü iyi canlandıran oyuncu. Ancak beni şaşırtan hadise hiç tahmin edilmeyecek başka meziyetleri de o kirli sakallı suratın altında barınmaktaymış. "Yani" isimli şuan kimin söylediğini bilmediğim şarkının bestekarıymış aynı zamanda. Merak edenler Youtube'lardan izleyebilir.

Borra Akkaş:
Ekranda lise üniformalarıyla kazık gibi herifler görmekten usanmıştım ki sonunda lise öğrencisine benzeyen bir oyuncu çıktı. Rolünde son derece başarılı olmasının yanı sıra bu genç de türlü çeşitli besteler yapmış sözler yazmış rapçi olarak nam salmış.

Gerilmeden kasılmadan izlenecek neşeli bir mahalle dizisi arayanlar için birebir dizi diyebilirim Geniş Aile için. En azından son 3-4 yılda televizyonda hevesle takip ettiğim tek dizi olma özelliğini de elinde tutuyor. Kısacası şiddetle tavsiye ederim yani ey okur.

Pardon

Merhaba sevgili okur (okur kendini özel hissetsin diye çoğul okurlar diye hitap etmek yerine tekil okur diye hitap ettim), bir parahumanbeing kültür sanat faaliyetinde daha birlikteyiz. Paşa gönlümün size tanıtmak istediği bugün ki film Pardon. Konu olarak haftada bir gazetelerde göze çarpabilecek türden, Türkiye'de olunca birçok insanın şaşırmayacağı bir hukuki yanlışlığın konu alındığı filmde masum 3 arkadaşın hapse düşmesi ve suçsuz oldukları halde 6 yıl 3 ay hapis yatmaları anlatılıyor.

Bu filmi benim gözümde diğer Türk filmlerinden ayıran şey ise son derece neşeli diyaloglara sahip olması. Bana nedense biraz tiyatroyu çağrıştırdı bu açıdan. Ayrıca senaryonun ve diyalogların bir Ferhan Şensoy eseri olduğu izlerken kendini oldukça belli ediyor. Başrollerde izlediğim en iyi performansıyla Rasim Öztekin ön plana çıkıyor, ayrıca Ferhan Şensoy da yine kendi tarzıyla varlığını hissettiriyor, Ali Çatalbaş'ın performansı da bu ikiliden hiç geri kalmıyor. Ayrıca belirtmeden geçersem ayıp etmiş olacağım Erol Günaydın ve Zeki Alasya gibi iki büyük ustanın da bulunduğunu hatırlatmakta fayda var. Hala izlememiş olanlar için kaçırılmaması gereken bir komedi.

Giden konforun ardından

25 Eylül 2009 Cuma

Geçtiğimiz günlerde yazdığım üşüdüm tandanslı yazıda bir şeyi bariz bir şekilde gözden kaçırmışım, yeni farkettim. Bu hiç sevmediğim, sıcağından öldüresiye tiksindiğim yaz mevsiminin tek güzel yanı varmış. O da trikotaj alanında bir güzellik. Yaz boyu giydiğim devasa şort (kapri ya da bermuda da derler sanırım buna ama ben yapamam ayırdını) gitti yerine dünyanın en keyifsiz kıyafetlerinden birisi olan kot pantolon geldi. Şort dediğime de bakmayın aslında paraşütten hallice bir şalvarı alın paçalarından 10 santim kesin şort dediğim şey o. Ancak böyle bir konfor daha olamaz. Efil efil gezdim civelek gibi bunca ay ancak geçenlerde o mengene gibi pantolonu giyince anladım şortun kıymetini. Pantolon da ne ızdıraptır arkadaş. İki akrobatik hareket yapayım dersin yapamazsın, elimi cebime atayım da bozuk para çıkartayım dersin çıkartamazsın, geniş yer buldum yayayım oturayım dersin başaramazsın. Tosun bünyeme olan güvenim sonsuz kış günü de giyer giderim o şortu işime gücüme ama toplum yadırgar diye içim de rahat edemiyor. Çok dertliyim bugünlerde sevgili okur. Varsa trikotajla alakası olup ben bu işe çözüm bulurum diyen ellerinden gözlerinden öperim şimdiden.

Alyen gelir hoşgelir

Nice zamandır hayretle takip ettiğim bir haber giderek daha ilginç bir hal alıyor. Meksika'da bir çiftçi fare kapanına yakalanmış şu canlıyı ve koşarak kaçan bir benzerini görüyor. Haliyle hemen de paniğe kapılıp atıyor yaratığı fare kapanıyla birlikte bir suyun içine. Yaratık da birkaç saat sonra boğulup ölüyor. İşin ilginç kısmı da bundan sonra başlıyor. Bakıyorlar yaratık hiçbir bilinen canlıya benzemiyor. Ne menem birşeydir bu diyip önce Meksika'da sonra Kanada'da DNA'sını arıyorlar bulamıyorlar. Sonrasında İspanya'da bir bilimadamı azmediyor yaratığın DNA'sına ulaşıyor ve netice itibariyle yaratığın bir homosapiens yani insanımsı bir varlık olduğu ortaya çıkıyor. Ayrıca kulakları da süper gelişkin bir canlıymış. Sirius UFO Araştırma Merkezi Başkanı Haktan Akdoğan bu DNA'ya ulaşan bilim adamına sormuş nedir bu diye bilimadamı da %99 dünya dışı bir varlık diye karşılık vermiş. Ayrıca bu varlıklar da kindar tiplermiş herhalde hakeza Haktan Akdoğan'a çiftçi ne oldu diye sorulunca otoban kenarında erimiş halde bulunduğunu söyledi.

Bir lise hocasından inciler

24 Eylül 2009 Perşembe

Bugün öğretmenlerle ilgili yazıyı yazarken ister istemez aklıma, bir lisede olabilecek en alakasız insanlardan birisi gibi görünen lise 1'deki analitik ve matematik hocam Oral Dabakoğlu geldi. İsminden soyadından bile kıllanması gerekir mantıklı bir insanın. Biz gençtik, güldük geçtik. Sonrasında da elleri devamlı kemerinin iki yanında baş parmaklar içeride duran bu ilginç adamı anlamaya çalışmakla geçirdik. Yaklaşık bir okul dönemi yarısını anlamaya çalıştıktan sonra "herhalde bu adamı felsefe mezunu birileri anlar anca, en iyisi biz bunun sözlerini bir yere yazalım, ilerde süper zeki insanlar olursak bakıp anlamaya çalışırız" diyip kaydetmişiz bir yerlere. Ancak gördüm ki şimdi de anlayamıyorum. En güzeli siz sevgili okurlarımla paylaşıp anlayanın beri gelmesini beklemek.

  • Bölerim tahtayı 3'e, kaldırırım 5 kişi, sorarım 7 soru, veririm sözlü notu.
Bunu ilk duyduğumuzda sınıfta bir panik havası dolmuştu ama sonra anladık ki bu sözü ciddiye almamak gerekiyormuş.

  • Koyun, koyun bacağından; keçi, keçi bacağından asılır.
  • Ya olduğun gibi görün, ya da gülünç hareketler yapma.
  • Al kağıdına bak, kafatasında soru işareti kalsın istemiyorum.
  • Her inişin yolu çıkıştır.
  • Gün gündür, dakika dakikadır.
  • Öğrenci ya olduğu gibi ya göründüğü gibi birini seçmeli.
Görüldüğü gibi atasözleriyle ilgili de ciddi sıkıntılar yaşıyordu Oral hoca. Ama çabalamayı hiç bırakmadı, daima bir hevesle başladı atasözlerine, sonlarını kendi gerektiği gibi doldurdu.

  • Üçgenin burasına diçkimizi indiriyoruz.
  • Parabolun kanatlarını böyle eşya iter gibi iteliyoruz.
  • Pat diye yamuğa geçerim, yamulursunuz.
Terimlerle ilgili de zorluklar yaşıyordu Oral hoca. Ama yine de bunları da kullanmaktan çekinmedi.

  • Ben geçen hafta gelmediysem bu gelmediğim anlamına gelmez.
  • İnsanlar hastalanıyorsa, insanlar değişiyorsa, programlar da değişir.
  • Ağzımdan çok kötü şey çıkarırım altında kalırsın.
  • Annesini babasını çağırırım, burada dışlarım.
  • Dön önüne birbirine.
  • Çocuklar, bakın siz artık çocuk değilsiniz.
  • Sözlü olarak tahtaya çiz.
  • Soru soruyorum. Bilenler parmak kaldırsın, hatırlayanlar cevap versin.
  • Bu sinh öyle bir h ki...
  • Ben seni taşımazsam, sen beni taşımazsan olmaz.
  • Laf olsun diye mi? Gerçekten mi? Yoksa laf olsun diye gerçekten kasıtlı mı konuşuyoruz?
  • Sakınlıkla böyle yapmayın.
Bazen de sırf kafamızı karıştırmak için konuştuğunu düşünürdük.

  • Susun da kulaklarımızı dinleyelim.
  • Dudakların konuşuyor.
  • Kulağımı bir dinleyeyim yahu.
  • Tık edeni, tık istemiyorum.
  • Kulaklarımızı kapatalım.
Duyu organlarıyla ilgili de sorunları vardı hocamızın.

Bambaşka bir adamdı. Dalga geçip gülerdik dersinde ama hiç de neşeyle hatırladığım biri değil nedense. Ayrıca "tulum çıkarmak" deyimini de ilk duyduğum insandır. Herhalde artık öğretmenliği de bıraktı, ne kadar aradıysam da hiçbir yerde resmini bulabilmiş değilim.

Evrimin sansürsüzü baş ağrıtır

Dün gece Genç Bakış adlı programdan sıkıldıkça diğer kanallara bakarken neredeyse aynı berbatlıkta başka bir programa daha denk geldim. Yiğit Bulut'un sunduğu Sansürsüz isimli programın da tartışma konusu evrim teorisi idi. Sadece yurdumda mümkün olan bir şekilde de evrim teorisi karşıtı olarak beliren 3 kişinin tek dayanağı "Tanrı var demek ki evrim yoktur" idi.

Bir önceki yazımdaki gibi bu programda da sunucu yetersiz kaldı. Hatta yeterli olmak için hiçbirşey yapmadı. Haliyle herkes katılımcılar da "ben daha çok bağırayım da haklı sansınlar" gibi bir inanca sarıldı. İşin sevimsiz kısmı ise 3 bilim insanı karşısına 3 anlayamadığım insan koymuşlar. Anlayamadığım insanlar da hiçbir tez öne sürmeden sadece karşı tarafı yadırgamaya and içmiş. Hatta bir ara şu diyaloğa tanık oldum.

Anlayamadığım insan: Şimdi bana cevap verin madde ezeli ve ebedi midir?
Bilim insanı: (Türlü uzun açıklamalardan sonra) evet öyledir
Anlayamadığım insan: Ya işte evet böyle söylemek zorunda çünkü başka birşey söylese onu aforoz ederler.
Sunucu: Kim aforoz eder.
Anlayamadığım insan: İşte onu o daha iyi bilir.

Güzelim bilimsel tartışmalar Cin Ali seviyesine geliyor böylelikle benim yurdumda. İşin sevimsiz tarafı bu evrim teorisine karşı çıkanlar evrim teorisiyle ilgili birşey bildikleri için değil yobaz üstleri böyle savunmalarını emrettikleri için böyle yapıyorlar. Hatta programda da bir tanesi "evrim teorisi doğrudan tanrının varlığını inkar etmeyi emreder" dedi, karşısındaki "alın bu kitaptan bana bu söylediğinizi gösterin" dediğinde "ya işte efendim şimdi nası bulayım ehoro mehoro" deyip geçiştirdi. Hadi yalan yanlış da olsa savunacak birşeyleri vardı da bari bunu karşı tarafın sözünü bağırarak keserek yapmasalardı. Bilimsel (biyolojik) birşeye din gibi bir dayanak noktası ile karşı çıkmak da sadece bizim yurdumuza has bir özellik olsa gerek sanırım.

Genç bakışlar tedirgin

Zerre hazzetmediğim bir programın yeni sezonunun başlangıcını gördüm dün gece. Beni sevindiren nokta ise programın gece 1:30 gibi kimsenin ciddiye almayacağı bir saatte başlamasıydı. Başlıktan da tahmin edilebileceği gibi program Genç Bakış isimli üniversite anfilerinde yapılan teorik olarak güzel uygulama olarak rezalet bir program. Yine bir klişe ile yani program sunucusu Abbas Güçlü'nün "programa ilgi gösterilmiyor, gecenin bir körü saatte başlıyor program" tandanslı ağlamasıyla başladı program. Konu da öğretmen atamaları, neden öğretmenler atanamıyor, atananlar mutlu gibi ilgi çekici bir konuydu.

Burda da belirtmekte fayda gördüğüm bir nokta var. İlkokul öğretmenimi pek hatırlamıyorum. Ortaokulda (benim zamanımda ortaokul diye birşey vardı) hocaların neredeyse hepsi hayırsız, çıkarcı, kompleksli, sığ ve cahil insanlardı. Lise zamanında da bir anadolu lisesine gittim oradaki hocalardan aklımda kalan sevdiğim diyebileceğim kısım %20 gibi bir kısımdı. %20'lik diğer kısım iyi niyetli ancak yetersiz insanlardı. Kalan %60 ise yine çıkarcı, kompleksli, karşısındakine genellikle saygı duymayan, kendini geliştirmeyi seneler önce bırakmış ve kaprisli insanlardı.

Dünki programda da bunu Türkiye çapında gördüm. Sahnede milletvekilleri zamanında çıkmış yasaları ve rakamları bildirirken bile orada bulunan 200 civarındaki yurdum öğretmeni, tek başına birşeye karar veremeyeceklerini gösterirmişcesine kendilerine zıt gördükleri tarafların insanı konuşurken büyükbaşlar gibi bağırmaya höykürmeye başlıyor. Abbas Güçlü'nün de programı yönetmedeki niteliksizliği eklenince saat 4:30'a kadar "aman sayın hocalar yaman sayın hocalar yapmayın etmeyin" demesini izlemiş oldum. Burda vurguladığım da konunun içeriğiyle ilgili birşey değil öğretmen diye adam sanıp oraya çıkarılanlarının birçoğunun sosyal bir çerçevede büyükbaşlardan farklı davranamaması. Yurduma has güzel bir özellik de şudur ki aynı programda çok daha fazla öğrenci ile yapıldığında böyle saçmalıklar yaşanmıyor. Tırt eğitimcilerle nispeten daha akıllı nesiller yetiştirebilmek sadece bizim ülkemize özel bir durum olsa gerek.

Not: gelecek tepkileri öngördüm şimdiden yazmakta fayda görüyorum ki bu anlattığım durum "birkaç kendini bilmez'in eseri" değil. Ortamdaki eğitimcilerin en az %60'ının tutumu buydu.

Nihayet oldu

21 Eylül 2009 Pazartesi

Çok sevinçliyim sevgili okur. Aylardır beklediğim şey nihayet oldu. Üşüdüm. Son 5-6 aydır nasıl bir hevesle beklediydim bunu anlatamam. Ve sonunda nihayet güneşin batma saatlerine yakın, üzerimde bir t-shirt varken üşüdüm. Nice zaman sıdkım sıyrılmıştı yazdan güneşten. Tatil yerine de yaz okuluna gidince daha beter ediyor insanı bir de bu sıcak havalar. Ama artık sıcaklar bitti diye umuyorum. Yine ver elini montlu kabanlı günler diyorum. Benim gibi düşünen nice sıcak sevmeyen insana da burdan selam edip sanal şenliği başlatmak istiyorum. Nice üşümeli günlere.

Gel biraz da bana sansür

Saçmalıklarınar harman olduğu yurdum biricik Türkiye'de yine saçmasapan bir karar uygulamada. İnternetin en büyük sitelerinden ikisi daha sansürlenmiş bulunuyor. Bilmeyenler için bu siteleri kısaca tanıtmakta fayda gördüm.

Myspace: her insanın kendine bir hesap açtığı ve amatör grupların şarkılarını paylaşabildiği bir sosyal paylaşım platformu.

Lastfm: bilgisayarda dinlenen her şarkının bilgisini alıp bunu internet üzerinde kaydedip kişiye en uygun müzik türlerini tavsiye eden bir site. Bu sitede de bütün şarkılar müzik gruplarının rızası ile bulunuyor.

İki sitede de kimseyi rahatsız edebilecek bir durum yokken nasıl bir kararla bu siteler yasaklanıyor onu da bilemiyorum. Şu yazan karar numarasını birgün araştırıp bulup ne olduğunu da öğrenmeyi çok istiyorum. Tek güzel yanı şu ki daha adam gibi hizmet vermeyi bile beceremen TTnet bu sansür işinde de yetersiz kalıyor ve bütün yasaklı sitelere ufak birer DNS ayarı ile girilebiliyor. Ayrıca yanlış bilmiyorsam internette sansür uygulayan tek Avrupa ülkesi olmamızla da bir kere daha Avrupa Birliği standartlarıyla uzaktan yakından alakamız olmadığını göstermiş bulunuyoruz.

Gelecekten gelen parkinson

90'larda çocuk olan herkesin gözbebeği olan birkaç filmden birisidir Geleceğe Dönüş üçlemesi. Haliyle o filmleri sevenlerin de o dönemlerde en sevdiği insan filmin haşarı genci Marty McFly idi, ya da gerçek adıyla Michael J. Fox. Ben de 90'larda çocuk olan biri olarak bu adamı gördüğüm vakit durur bir bakarım nasıl bir filmde oynamış diye. Hatta Scrubs'ta da konuk oyuncu olmasıyla iyice takdirimi kazanmıştı. Ancak an itibariyle canlı canlı izlediğim Emmy ödüllerinde görünce hiç mutlu olmadım. Neredeyse 10 yıla yakın süredir parkinson hastasıymış meğer ancak ben yeni öğrendim. Az önce kırmızı halıda arz-ı endam edip röpotaj verirken "bugün çok heyecanlıyım" diyip ciddi dururken titrediğini farkettiğimde "şaka yapıyor herhalde" dediydim ancak sonradan öğrendim ki meğer titremesi parkinsondanmış. Kâh geleceğe kâh geçmişe giden bu genç bıçkın delikanlıyı böyle görmek de bayram bayram hiç hoş olmadı. Umarım biran evvel sağlığına kavuşur yine öyle bilim kurgulu aksiyonlu dizilerde oynar.

Açıklamalı dalya

Nihayet oldu. Dalya dedim. Bu 100. yazım. Bu kısa blog hayatımın ilk kilometre taşlarından birisindeyim. Bir de anlamı olsun diye blog yazmaya başladığım andan itibaren karşıma nice kereler çıkmış olan "nedir bu parahumanbeing" sorusunu izah etmek isterim.

Cin fikirli bir insan olduğumdan kelli 2 tamlamayı harmanlıyıp kendimce bişeyler anlatmaya çalıştım. Şöyle ki: human being, ingilizcede insanoğlu gibi bir karşılığa sahip. Parahuman ise insanla başka canlıların melezlenmesi sonucu oluşturulan canlı türüne (her ne kadar ütopik de olsa) verilen isimdir. Netice itibariyle bu iki tamlama da birleşince günümüz insanının hayatının başlangıcındaki saf insanlığı kalmıyor onu vurgulamak istedim. İnsanlar ileyleyen yaşlarında türlü çeşitli nedenlerle hayvancıl ya da bitkisel hatta bazen robot benzeri özelliklere sahip olup fiziksel olmasa da mental olarak farklı güdülere sahip olmaya başlayıp saf insan olmaktan uzaklaşıyor. Ben de bunu vurgulamak istediydim ancak sanırım bunu ilk bakışta parahumanbeing'e bakarak anlamak biraz zor oluyor.

Üşenmeden sıkılmadan okuyabileceğiniz nice 100'lere ulaşmak dileğiyle.

Not: sayfam yavan kalmasın diye en kısa zamanda da tepeye bir logo ayarlayacağımı da siz parahumanbeing hayranlarına duyurmak isterim.

Bayram klişeleri

20 Eylül 2009 Pazar

Sevgili okurlarıma iyi bayramlar diledikten sonra tesbitlerimi arka arkaya sıralıyayım dedim. Bunlar da öyle tespitlerdir ki 2124 yılına kadar geçerliliği olduğunu biliyorum.

  • Ramazan bayramı ya da şeker bayramı ikilemi düyanın en saçma ikilemlerinden birisidir.
  • Bayramlık anlayışı papyon ve pantolon askısı içeren ailelerin çocukları daha bir sempatik görünür gözüme nedense.
  • Normal günde kaknem gezen insanlar bayram vakti aileleriyle sokağa çıktıklarında ilginç bir neşe yaşarlar
  • Saatler ilerledikçe kapıya gelip şeker isteyen çocuklar da sevimsizleşmeye başlar.
  • Bayram günü dükkan açan esnaf ne kadar kıymetli bir insan olduğunu bilirmişçesine hafiften böbürlenerek bakar etrafına.
  • Bayram misafirliklerinde huzursuz sessizlikler olur. Bunu da başarılı şekilde bozacak insan gözümde süper kahraman gibidir.
  • Bakkallarda çocuklara vermek üzere satılan o karışık şekerlerin bir önceki bayramda çocuklar tarafından toplanıp bakkallara satıldığını düşünmekteyim. Böylelikle ilginç bir döngünün içinde kısılı kalmış oluyoruz.
  • Her ne kadar klişe de olsa aşırı şeker yemekten hastaneye kaldırılan çocuk haberlerini izlemeye bayılıyorum. Haberi duyar duymaz "aha bakayım kimmiş bu salak" diyip tipini görünce istemsizce gülüyorum.
  • Başka bir bayram klişesi haberi de ramazan sonrası "ulan nası biter güzelim ramazan ya" diyip efkarlanıp kendini içkiye verenlerin trafik kazası haberleridir.
  • Bambaşka bir klişe de daha önce de bahsettiğim ağlak yaşlıların kullanıldığı şeker reklamlarıdır tabi.
  • Ayrıca şimdi farkettiğim üzere sokaklarda civelek gibi koşup oynayıp kafamı şişiren çocuklar da aile zoruyla bayram ziyaretlerine götürüldüğü için biraz huzur buluyor insan.
  • Her evde kapıya gelen çocuklara verilmeyecek ve misafirlere verilip kendilerini değerli hissettirecek türde bir şeker ya da çukulata bulunur.

Hedeften şaşmak

19 Eylül 2009 Cumartesi

Son yazılarımda mitolojiye girişmişken yine eski zamanlardan yaşanmış bir olay ile devam etmek isterim. Ninjanın samurayın harman olduğu dönemlerde Japonya'da feodal lordlardan birinin sınır kalelerinden birinde geçiyor olayımız. Sinsiler sinsisi ninjalar kaleye bir saldırı gerçekleştiriyor ancak kısmen başarısız oluyorlar. Bu esnada da kalenin başındaki samuray abi boş durmuyor tabi ensesinden kaptığı gibi bir ninjayı getiriyor kalenin meydanına. Kaledeki diğer askerler de toplaşıyorlar izlemek için. O esnada ninja durduğu yerde duramayıp açıyor ağzını ve "beni öldürürseniz ruhumla bütün bu kaleyi lanetlerim hiçbirinizin işi gücü rast gitmez bir daha" deyince alıyor kale ahalisini bir korku. Burda da belirtmekte fayda görüyorum Japon milletinin inancına göre eğer bir insan ölürken tüm zihnini öldüğü mekanı lanetlemeye odaklayabilirse o mekan lanetlenir hayaleti metafiziği eksik olmazmış.

Ninja bunu söyleyince kale ahalisini almış bir düşünce. "Aman samuray efendi yaman samuray efendi gel yapma vazgeçelim bu işten başımıza iş açılır" diyerekten samurayı bu infazdan vazgeçirmeye çalışmışlar. "Kesmeyelim de besleyelim mi" diye askerleri sakinleştirmeye çalıştıysa da samuray bunu becerememiş. Dönmüş ninjaya. "Madem burayı lanetleyebileceğini iddia ediyorsun bunu kanıtla o zaman. Birazdan kafanı kesicem, eğer kesik kafanla şu yerdeki taşı ısırmayı başarabilirsen o zaman inanırım demiş" akabinde de ne oluyor demeye kalmadan sallamış katanasını ayırmış adamın kellesini gövdeden. Kelle de yerde tıngır mıngır kesip yuvarlandıktan sonra gidip taşı ısırmış.

İlerleyen günlerde haliyle almış askerleri bir düşünce. "Vay biz ne yapacağız şimdi, kaldık mı lanetli kalelerde" diye hayıflanarak dolaşmaya başlamışlar. Ancak samuray abimizin neşesi yerindeymiş. Hiç istifini bozmadan günlük işlerini yapmaya devam etmiş. En sonunda birkaç gün sonra dayanamamış askerler toplaşmışlar çıkmışlar samuray abinin karşısına. "Efendi efendi, rahat mısın sen adam kaleyi lanetledi sen gelmişsin hiçbirşey olmamış gibi geziyorsun kalenin içinde" diyince samuray da "zaten hiçbirşey olmadı" demiş. Bakmış ki ahalinin anlamayan bakışları bitmek bilmiyor hemen ardından açıklamış, "ben o ninjanın kafasını kestiğim sırada tüm benliğiyle yerdeki taşı ısırmaya odaklanmıştı, kaleyi lanetlemeye değil" deyince huzura kavuşmuş yine kale ahalisi.

Kıssadan hissesi nedir derseniz, insanoğlu bazen kendini kanıtlamaya o kadar fazla kasıyor ki esas yapması gerektiği şeyi unutuyor, hedefinden çıkıp bambaşka bir yöne gidiyor. Hedefinizden şaşmadan düşünerek ilerleyebileceğiniz bir hayat yaşamanız dileklerime, iyi düşünmeler...

Messi vs. Ronaldo

18 Eylül 2009 Cuma

Futbolun doğasından mıdır bilmem hep bir kıyaslama durumu mevcut. Yıllar yılı bitmeyen Pele mi Maradona mı ya da yurdum çapında Alex mi Hagi mi gibi kıyaslamalar yapılagelmiştir. Şimdiye kadar saydıklarım bana gereksiz gelmiştir (farklı dönemin farklı türdeki oyuncuları olduğundan kelli) hep. Ancak günümüz futbolunun 2 cevval ismi var ki kıyaslamalara doyamıyor kimse. Barcelona'lı Lionel Messi ve rekor bir ücret ile Manchester United'dan Real Madrid'e transfer olmuş Cristiano Ronaldo.

Futbol ve tarz olarak herkes için farklı olabilir bu iki isim tabi ama benim için Messi kendini tamamen futbola adamasıyla ve sempatik haliyle birkaç adım öndeydi hep. Ronaldo da zengin şımarık tiplere benziyor. Ayrıca klüp bazında başarılara da bakacak olursak Messi'li Barcelona bu efsanevi sezonundan çok çok önde.

Ancak benim esas yapmayı kafaya koyduğum kıyaslama ise bambaşka bir alanda. Bu genç topçular meşhurdur popülerdir diye reklamlar çekmiş. Ve bu reklamlarda da Messi bir kere daha Ronaldo'yu açık ara alt etmiş. Kısaca reklamlardan bahsetmek gerekirse Ronaldo ayağında şampuan kutusu sektirdikten sonra adını ve şampuanın markasını söyleyip gidiyor. Diğer reklamında ise sıcak ortamda ve karlı ortamda top oynarken "her ortamda en üst performans" falan dedikten sonra benzin reklamını yapıp gidiyor. Messi'nin reklamında ise gönüllerde taht kurmuş Zinedine Zidane "bir efsane duydum" diyerek tribünlerde görünüyor ve "koşarken kıvılcımlar saçarmış yanından alevler çıkarmış" diyerek Messi'yi izliyor. O esnada da genç Messi sahada çalımlar atmakta şutlar çekmekte. Zidane da "doğruymuş" diyerekten "tacımı artık ben bu genç elemana devrediyorum" dermişçesine bir tavırla dönüyor arkasını gidiyor. Messi de bir kez daha reklamıyla Ronaldo'yu geçmiş ve gönlümde tahtını sağlamlaştırmış oluyor.

Haydi çocuklar okula

Yine kendi çapımda bir kampanyaya imza atıp blogumun şanına şan katmak istiyorum. Kampanyam şudur ki ilk ve orta dereceli okullar 12 ay aralıksız olsun, saatleri de sabah 8 ile akşam 9 arasında olsun. Bunu da istememin sebebi sağda solda gördüğüm çocukları zerre umursamam, büyük adam olmalarını istemem değil. Hakeza hepsinin sıfatına bakınca belli oluyor bunlardan bir Einstein ya da bir Newton olamayacakları. Benim tek derdim gün ışığı olan her saat süper aktif hareketler yapıp türlü çeşitli rahatsız edici sesler çıkararak civelek gibi oradan oraya koşturmaları. Öğlen uykusunu bana çok görüyor bu veletler, başıma ağrılar giriyor kimi zaman. Oysa ki onların çığrışmalarını dinlemek için maaş alan öğretmenleri varken neden bu en güneşli yaz aylarını tepemde geçiriyorlar. Gitsinler kendilerine bağrışmak tepişmek için atanmış mekanlar olan okullarda neler yapıyorlarsa yapsınlar. Olmasın bunlara yaz tatili falan.

Bir cinayetin ardından

Blog yazmaya başladığımdan beri haberlerde izlediğim hep yazmakla yazmamak arasında kaldığım bir hadise vardı. Nihayet baş zanlının yakalanması ile bunca zamandır gördüğüm, izlediğim kadarıyla yazayım dedim. Yazarken de çok detaya girip yorum yapmaktan kaçınmakta da fayda var hakeza bitmemiş bir dava hakkında atıp tutmak da yasaktı yanılmıyorsam. Konuyu da tahmin etmişsinizdir diye tahmin ediyorum, Münevver Karabulut cinayetinden bahsediyorum.

İlk olarak anlamadığım şey basının ve insanların bu cinayetin üzerine neden bu kadar çok düştüğüdür. Sanırım bunun ilk nedeni maktülün kafasının kesilmiş olması, ki bu da cinayeti hukuki tabiriyle canavarca işlenen cinayet ya da hunharca hislerle ve kasten işlenmiş bir cinayet olmasıdır. Ayrıca maktülün ailesinin de son derece faal olması, yürüyüşler düzenlemesi ve televizyonlara çıkması ile kamuoyu dikkatini canlı tutmasıyla her gün haberlerde bu cinayetle ilgili birkaç cümle edildi. Zanlı ve maktülün çevresinin ekonomik dengesizliği de olaya bakan insanların taraf olma duygularını canlandırdı. Bu arada hunharca hislerle ve kasten birini öldürmek suçunun cezası normalde müebbed hapistir ancak zanlının 18 yaşında olmaması hafifletici bir sebep.

Zanlının firar sürecinde yaşananlar da ülkemde bu işlerin ne kadar ciddiyetsizce ilerlediğini de görmemi sağladı. Adli tıp esnasında örneklerin karışması, başka bir maktülün üzerindeki bir sperm örneğinin karışması vesaire ile olay bir süre daha gündemde kalmayı başardı. Devlet büyüklerinin olaya karışıp söz vermeleri de beni şaşırttı hakeza koskoca memlekette düşünülecek konu kalmamış gibi valiler bakanlar çıkıp bir cinayetten bahsediyorlardı. Ayrıca emniyetten gelen devamlı farklı açıklamalar da kafamı karıştırdı. İlk dönemlerde Rusya'da dediler, sonra Türkiye'de bir yere kaçtı herhalde dendi, daha sonra da belki de Ermenistan'dadır lafı dolaşmaya başladı. Bu esnada maktülün babası da kısmen ilginçleşmeye ve izleyenleri şüphelendirecek hareketler yapmaya başladı. Kan parası diye tabir ettiği bir 3.5 milyon dolar talep edip zanlının ailesinin holdinginin önünde yaptığı eylemde en son ellerini yukarı açıp İsa peygamber tekrar gelecek gibi birşeyler söylüyordu. En son kim olduğunu hatırlayamadığım devlet erkanından biri çember daraldı diye açıklamalar yaparken zanlı herhalde polislerin kendisini yakalayacağından ümidi kesmiş olacak ki İstanbul'un göbeğinde teslim olayım bari diyip çıktı ortaya.

Olayın netice kısmı da son derece ilginç. Zanlının ailesinin avukatı 1 gün önce vekalet alıp zanlının da avukatı oluyor ve teslimiyet gecesi kimden geldiği bilinmeyen bir telefon bu avukata "zanlı şurda yolun kenarında git ordan al" diyor, avukat da hiç şaşırmadan hayhay deyip alıyor. Zanlı da aç olduğu için götürüp sucuk ekmek yediriyor ki bu sucuk ekmeğin de olayı canlı izlerken en az 30 kere tekrarlanmış olması bu teslimiyetin haber değerini yiyip bitiriyor. Olay da başbakanın içine dert olmuş ki herhalde o da çıkıp "olay yürekleri dağladı" gibi klişe bir açıklama yapıyor.

Son aşamayı irdeleyecek olursak zanlı yakalanırken "babamın çok üstüne gittiler onun için üzüldüm" diyerek evcimen ve aile dostu bir karaktere bürünüyor. Teslimiyet zamanı da maktülün ailesinin saçmalamaya başlayıp halkın tepkisini çekmesi ve basının ilgisinin azalmasına denk geliyor ki bu da zanlının avantajına bir durum gibi görünüyor. Ayrıca zanlı kendi teslim olması ile bunca zaman yardım ve yataklık edenleri bir anda ikinci plana atılmış gibi oldu. Zanlı ağzı var dili yok haliyle suçunu kabullenmiş gibi görünüyor ayrıca sebep olarak da kıskançlık diyip olayı istemdışı yapılmış bir cinayete benzetmeye çalışıyor. Bu esnada maktülün annesi de basın mensuplarına neşe ile gülücükler saçarak çukulata ikram ediyor. Ayrıca tahmin ediyorum ki maktülün aile bireyleri katılacakları program başına para alıyor ve olabildiğince çok görünebilmek adına her aile ferdi ayrı bir kanala çıkmış.

Yalandan bir gündemin daha sonuna gelirken 197 gün boyunca ülkenin anahaber bültenlerinin en az 10 dakikasını alan bu olayın çözülmesi ve zanlıların yakalanması sevindirici ancak maktül ailesinin saçma sapan davranışları ve soruşturma süresince sergilenen amatörce tutum da son derece düşündürücü.

Tek tabanca gelmesin maça

Benim için stada gidip maç izlemek büyük keyif. Her ne kadar param hep kale arkasına yetmiş olsa da ve rahatsız koltuklara ayakta maç izliyor olsam da, maç yorgunluğunun ardından hayli uzun yollar yürümek zorunda olsam da stadda maç izlemek tadından yenmez. Ancak anlamadığım bir takım insanlar da bulunmakta. Her ne kadar maç atmosferini sevsem de üstüne para verseler tek başıma maça gitmem. Ama gidenler var. Ben de bundan darlandım. Bu insanların maça gelicek cidden kimseleri mi yok, yoksa birileri son anda gelecekken sattı mı onu bilemem ama görünüş olarak tek başına geleceklerini en başından beri biliyor gibiler. Ayrıca "tek başıma gitmem sorun değil sonuna kadar eğlenmeyenin gözü kör olsun" dermişçesine yanlarında bir poşetle gelirler. İçinde gazetesi, çekirdeği, içeceği, şapkası ve atkısı tam olarak bulunur. Ama maç öncesinde birileriyle 2 kelam edemeyeceksem ya da takımım gol attığımda olduğum yerde tek başıma zıplayacaksam ya da boş boş sırıtacaksam ben ne anlarım öyle maçtan. En çok merak ettiğim şey de acaba gerçekten eğleniyorlar mı yoksa "hayatım çok boktan ama bunu sadece ben bilmeliyim, beni etraftan gören herkes beni öldüresiye eğlenirken görmeli" gibi bir düşüncenin eseri mi onu da çok merak ederim.

Mitolojik olmuşsun ama...

Bugün, monitörleri karşısında oturan siz sevgili okurlarım için Yunan Mitolojisinden bir hikaye ile başlamak istiyorum. Detaylara girip okurları yormadan sıkmadan ilginç bir yere bağlayacağım bu mitolojik olayı. Evvel zaman için İkarus denen bir kendini bilmez henüz bilinmeyen bir sebepten ötürü Giritli bir mimar olan Daidalosktal'a küfür eder. Sonra da Kral Minos'tan tırsıp "vay ben ne yaptım" diye kaçmaya niyetlenir. Bu esnada da yine bir Giritli mimar olan babası Daidalos devreye girer ve bu İkarus'a balmumundan bir çift kanat yapıp verir ve "bak benim aklı evvel evladım var burdan kaç git diye sana kanat yaptık ama uçuyorum diye öyle coşup da denize yaklaşıp nemlendirme güneşe yaklaşıp erittirme bu kanatları" diye tembihleyip oğlunu gönderir. Gelin görün ki rahat duramayan İkarus fıtı fıtı diye heyecanla kanat çırparak güneşe fazlaca yaklaşır ve kanatlarının erimesi sonucunda Ege Denizine düşüp ölür. Bu durumun içine dert olması neticesinde babası da onu aramak için denize açılıp ölür.

Şimdi bunları niye okudum diye düşünmeniz normaldir ey okur. Anlamadığım şey şu ki nasıl bir zihniyet hayatında en ufak bir başarısı, en ufak bir hayırlı hareketi olmayan böyle bir ismi araba markası yapar. Evet İkarus aynı zamanda İstanbul'da sıkça görülebilen o koltukları rahatsız, motoru gürültülü, şoför kısmında "yeni motor rotajdadır" yazan sevimsiz otobüslerin markası. Hadi sevimli sevimsiz kısmını geçelim 1986 - 1994 yılları arasında yurduma alınan bu Macar markası araçlar bozuldu mu ben durup da sitem etmez miyim? Sen markanın ismine böyle başarısızlıklarla dolu birinin ismini seçersen o otobüs bozulur da yanar da diye içimden geçirip bu ismi koyanın kulaklarını çınlatmışımdır nice senedir.

Meğersem beygirlerdeymiş talihim

15 Eylül 2009 Salı


Sıcak bir eylül akşamıydı. Yorgun ve tosun bünyeli genç lcd monitörün solgun ışığında ağır ağır yediği cipsin yanısıra düşünceli düşünceli ekrana bakıyordu. O anda gelen büyük işareti de bu derin konsantrasyon esnasında anlayamadı belki de. Cips'in içinden eşantiyon olarak çıkan ve 10 kontör kazandıran kartlardan 2 tane çıktı. Bu hediye kontörlerin operatörü genç adamın hattına uymasa da o anda bu büyük talih işaretini gözden kaçırmıştı. O esnada ekranda yarın koşacak olan atlar hakkında araştırma yapmaya devam ediyordu.

Bu edebi girişin ardından sevinçle belirtmek isterim ki yeni başladığım altılı ganyan kariyerimin zirvesindeyim. Hem de 3. kuponumda. Evet tahmin edilebileceği gibi bugün altılıyı bildim. Yalnız sorun şu ki yaklaşık 15bin kişi bildiği için 71 tl gibi bir ikramiye verdi. Yine de kazanmak ve kariyerin zirvesinde olmak süper bir hissiyat.

Vladimir - Sergei mektuplaşmaları - 3

Sevgili dostum Sergei
Yine keyifle okuduğum son mektubunuzdan sonra bu sefer farklı birşeyler yapmam istedim nedense. Adeta istemsizce ayaklarım beni Moskova'nın soğuk ancak sıkıcılığı ile insanın içini yakan o sevimsiz sokaklarında yavaşça ilerletiyordu. Hedefime yaklaştıkça yüzümdeki gülümseme ve içimdeki merak sınır tanımaksızın büyüyordu. Bana yıllar gibi gelen bir yürüyüşün ve adeta koşarak çıkılmış birkaç merdivenin ardından tahta ve oldukça abartılı süslemeleri bulunan bir kapının önünde duruyordum. Kapıyı çaldıktan sonra geçen süre boyunca kalbim Uygurların savaş davulu gibi çarpıyordu. Nihayet kapı açıldı ve karşımda tipograf (bilimle aranız olmadığı için bilmezsiniz diye söylemekte fayda gördüm, tipograf yazı tiplerini ve şekillerini inceleyenlere deniyor) arkadaşım Vasiliyev'i gördüm. Vasiliyev uzun boyuna rağmen son derece çelimsiz, zayıf ve avurtları çökmüş genç bir adamdı. Beni içeri davet etmesinden ve birkaç hoşbeşten sonra esas konuya geldim. Malesef hayatımda heyecanlı pek birşey olmadığı için bu sefer de esas konu sizsiniz sevgili Sergei. Vasiliyev'e sizin mektubunuzu verdikten sonra yüz ifadesinin değiştiğini görünce hiç şaşırmadım. Donuk bakan gözleri hayretle büyüdü, gür bıyıklarıyla oynamaya başladı, alnındaki damar ortaya çıktı (tahmin ediyorum ki sinirden), mektubunuzu tutan elleri titremeye başladı. Yüzlerce kilometre uzaktan değerli dostum Vasiliyev'i bu hale getirdiğiniz için sizden bir kez daha tiksindiğimi bilmenizi isterim Sergei. Nihayet Vasiliyev de bu işkenceye dayanamadı ve belki de kariyerini göz ardı etmek pahasına mektubunuzu kullanılmış bir mendil gibi masanın üzerine fırlattı. Mektubunuzu alıp Moskova sokaklarında neşeyle sekercesine evime giderken aklımda hâla Vasiliyev'in "bunu yazan karaktersiz sanırım" sözleri yankılanıyordu. Bunu size ilk mektuplarımda da söylemiştim ve şimdi bir bilirkişi tarafından onaylanmış olması da beni son derece mutlu ediyordu. Şimdi de tekrar bunu keyifle mektubumun sonunda belirtmekten kıvanç duyuyorum sevgili Sergei, siz şu uzun ömrümde gördüğüm en büyük karaktersizsiniz.
En kısa sürede karakterlenmeniz dileğimle
Vladimir

Aziz dostum Vladimir
Beni bir kere daha yanıltmadığınız için teşekkür ederim ve artık şunu da anlamış bulunuyorum ki sizin gibi insanlar olduğu sürece birçok sektör varlığını koruyabilecektir. Yazı tipinden karakter tahlili yapılabildiğine inanan sizin gibi tipler olduğuna göre yakın zamanda içerisinden günlük fal çıkan enfiye kutusu ya da gelecekte ne yapmanız gerektiğini söyleyen notlar içeren kurabiyeler de çıkarsa onları da alıp saf gibi inananlar olacaktır. Ancak bu akıldan yoksun halleriniz eskiden beni güldürürken artık hüzünlendiriyor. Sizin gibi insanların varlığından artık korkmaya başlıyorum. Hatırlatmakta fayda görerim ki ben sizin gibi dünyaya hiçbir faydası olmayan bir insan değilim, günümün yaklaşık yarısını ağaç keserek geçiriyorum, bu yüzden de elimde bazı deformasyonlar ve nasır bulunduğu doğru. Bu yüzden ve kullandığım kalemin hayli kısa olmasından ötürü yazı şeklim de tahsil hayatını bir saçmalık üzerine yapmış olan arkadaşınız Vasiliyey'in kafasını karıştırmış olabilir. Zaten sizinle ahbaplık etmesinden onun da ne kadar rasyonel zekadan yoksun birisi olduğunu anlamak mümkün. İsterdim ki yazdıklarımda bir mantık hatası ya da anlatmaya çalıştığım şeylerde bir hata bulun da beni öyle yargılayın, ama siz de diğer birçok Moskova'lı gibi şekilcinin ve yüzeyselin önde gideni olduğunuz için bunu yapabilecek kapasitede değilsiniz. En azından ben son mektubunuz sayesinde ne kadar boş ve saçma inançları olan tabiri caizse tırt bir insan olduğunuzu anlamış bulunmaktayım.
Şekle değil içeriğe odaklanmanız dileğiyle
Sergei

Ağva'da haftasonu

Üzerinize afiyet birkaç günlüğüne ufaktan bir tatile kaçayım dedim, vurdum kendimi yollara sevdiceğimle Ağva denen İstanbul'un karadeniz sınırındaki köyümsü bir ilçesindeki otele gittik. 3 günlük süreden aklıma gelenleri tıkır tıkır yazayım da içimde kalmasın dedim.

  • Ağva denen yere toplu taşıma araçlarıyla gitmek ölüm, oradan İstanbula dönmek ise ölümden beter. Haremden kalkan otobüsler önce Ümraniye içindeki trafiğe girip sonra Şile'ye ulaşıyor, sonrasında da binbir virajlı yollar ile Ağva'ya yollanıyor. Dönüşte ise Ümraniye trafiği bin beter oluyor. Kısacası arabayla gitmekte çok büyük fayda var.
  • Yörede bir akarsu bulunmakta. Akarsunun etrafında da huzur odaklı oteller mevcut.
  • Temiz havadan mıdır bilmem ancak insanın iştahı açılıyor. Nedense sağlıklı yiyeceklere yöneliyor. Baya domates falan yiyen bir insan oldum ben mesela.
  • Yöre hayvanları son derece ağır başlı. Tropikal görünümlü kurbağa dokunmadan kıpırdamaz, köpekleri kedi gördü mü uzaktan üşenerek izler, kedileri biraz ilginç yiyecek birşey verince fıtı fıtı kaçar da yer.
  • Eğer güzel bir otelde kalıyorsanız hiç çıkmayın. Ağva denen yerin merkezinde hiçbir şey yok gidip de gününüzü mahvetmeyin. O bölgeden ayrılırken 5 dakikalık dolaşma ile herşeyi görülebilir.
  • Yörede nedendir bilinmez bolca ergen irisi bulunmakta. Kısmi olarak gelişmiş sevimsiz tipler çıkabiliyor sağdan soldan.
  • Bölge halkı genelde sakin olmasına rağmen hayatı aksatan teyze modeline uyan anneleri çok gergin ve tehditkâr tutumlar sergiliyorlar çocuklarına karşı.
  • Şileye otobüsle gelirken sağda güzel bir uçurum benzeri manzara belirecektir şaşırmayın.
  • Otobüslerin rahat olmasını beklemeyin olmaz.
  • Yanınıza sakin bir müzik alın (genelde otellerde de çalar) nehir kenarına oturun dinleyin rahatlarsınız.
  • Söğütlerin hışırtısı uyku getirebilir olur olmadık saatlerde uyumaya hazırlıklı olun.
  • Giderken eksik birşeyleriniz olmamasına dikkat edin. Civarda bakkal bulmak hayli zor olabiliyor.
  • Balıkçılık yaygın olduğundan hazırlıklı olun en azından birgün balık yemeniz kuvvetle muhtemel.
  • Yöre yaşlıları ilginç bir aksanla konuşuyor. Anlamak için kendinizi çok zorlamayın birkaç net kelimeyi seçin ona en uygun cümleyi kurun.
  • Ağva nispeten düz bir zeminde kurulu olsa da Şile'de her sokak coşkulu bir yokuştur genelde, oralarda yürümeye ya da bisiklete binmeye çalışmak hatadır.
  • Sevdiğiniz biriyle gidin huzur içinde tadını çıkarın.
İlk aklımda gelenler bunlarmış. Şen şakrak haftasonları geçirmeniz dileğiyle.

Kırımlı mı Kongolu mu kanamalı ateşlisi

Bazen öldüresiye merak etsem de cevabını bulamayacağım saçma meraklarım hasıl olur. Bunlardan birisi de bu hastalıkla ilgili. İlk olarak duyarlı bir blog yazarı olarak kimse umarım bu hastalığa yakalanmaz aman kenelerden uzak durun dedikten sonra gelelim bu hastalığın ismine.

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi: burda kafamı karıştıran birşey var. Bildiğim kadarıyla (ki bilişim de kuvvetlidir) Kırım karadenizde Ukrayna'ya yakın bir ada. Kongo da Afrika'nın göbeğinde bir (aslında iki çünkü bir normal Kongo var bir de Demokratik Kongo Cumhuriyeti var) ülke. Böyle bir hastalık baş gösterdiğinde nasıl olmuş da bu 2 bölgenin ismini almış bir türlü akıl erdiremedim. İlk olarak ikisi de aynı anda tedavi yöntemi bulmuşlardır Dünya Sağlık Örgütü de iki ülkenin de gönlü kırılmasın diye ikisinin birden ismini vermiştir diye düşündüm ama ikisi de sağlık ve teknoloji konusunda çok gelişkin ülke olmadıkları için böyle değildir dedim. Sonraki düşüncem ise bu kene vasıtasıyla bulaşan hastalık aynı anda bu 2 ülkede birden görülmüştür diye düşündüm ancak bambaşka iklimlere sahip olmaları nedeniyle bu da saçma. Ayrıca neden bu 2 ülke de böyle sevimsiz bir duruma kendi isimlerini vermek için çabalasınlar. Son düşüncem de şudur ki: bu hastalığın da kenenin de bu iki ülkeyle de alakası yok, ancak bu hastalığı bulan keşfeden doktor bir şekilde bu 2 bölgeye birden gıcık olduğu için "dur şunların ismini vereyim de hep böyle sevimsiz şeylerle anılsınlar tüm dünya da bu ülkelerden soğusun" demiştir gibi saçma bir düşünceye kadar ilerletebildim durumu. Merak insana neler ürettiriyor.

not: Bilen varsa rica ederim yorum yapsın bu yazının yamacına da açıklasın.

Talihim beygirlerde mi yoksa

9 Eylül 2009 Çarşamba

Türk genlerim saolsun bir yerde kolay para kazanma ihtimali görmeyeyim. Hemen biterim orda incelerim araştırırım. Gün geçmiyor ki böyle bir fırsat geçmesin elime. Bugün de ömrü hayatımda ilk defa altılı ganyan oynadım. Msn'de bir konuşma sonrası gaza gelmişken bir de baktım ki internetin bana sağladığı tüm imkanlar ile internet üzerinden kupon dolduruyorum. O esnada da anladım bu altılı ganyanın neden bu kadar pis bir oyun olduğunu. Kuponu doldurmalara doyamıyor insan. Şu atın babası güzelmiş, şu atın jokeyi zayıfmış, berikinin kulaklığı varmış derken yazdıkça yazıyor insan yazdıkça da şişiyor kupon. Gelin görün ki internetteki imkanlarım kısıtlı olduğu için bilyoner adlı sitede kalan bakiyeme uygun bir kupon yaptım gönderdim meçhule. Sonrasında da bir kahve klasiği olan heyecanla yarışı izleme kısmı olmazsa olmaz diye düşünürken internetin imkanları yine koştu geldi yardımıma. TJK internetten yayın yapar olmuş canlı canlı. Ben de durur muyum durmam tabi açtım izledim. Ancak nasıl talihsiz bir insansam ilk 3 yarışta yazdığım 2şer atın hiçbiri ilk beşe bile giremedi. Ki bir de güvenip bankodur bunlar diye okuduydum internetten de yazdıydım. Talihsizlik silsilesi burda da son bulmadı. Sonraki 2 yarışta da yazdığım atlar arayı açıp tek başına giderken arkalardan biri şahlanıp da gelip son 10 metrede burun farkıyla geçtiler benim gönül verip kuponuma yazdığım atları. Her ne kadar izlemesi keyifle olsa da bari gideyim de sıfır bildiğimi tescilleyim acıyıp teselli ödülü verirler belki derken son yarışta yazdığım 3 at da ilk üçe girince böyle bir ihtimal de kalmadı. Ama ben azimli insanımdır atları araştırırım okurum çalışırım yaz bitene kadar da bir tane kupon tuttururum diye umuyorum. Tüyo verin bana sevgili okurlar.

Koşan çılgın hümanist

Yıllar yıllar önce bir Galatasaray maçı izlerken tanışmıştım Abdurrahim Albayrak ile. Yerine oturamıyor, pozisyon oldukça delişmen hareketler yapıyordu. Bir süre sonra kameralar da maçı bırakıp onu çekmeye başladıkça daha neşeli bir hale geliyordu maç. Kâh diz çöküyor kâh bir direğe tutunup kısmen zıplıyordu. Kendini kaptırmış izleyen bir insanı izlemenin dayanılmaz hafifliği ile izlemiştim. Sonrasında yönetim değişirken "Beni futbolcu evlatlarımdan ayırmasın kimse ben gerekirse çaycılık yaparım yine Galatasaray'da olurum" demişti, bunu söylemesinden birkaç ay sonra yönetimden ayrılmıştı.

Nereden esti de bunları anlattın diye soracak olursanız az önce sevimsiz haberler silsilesi arasında çıktı karşıma Abdurrahim Albayrak. Görünce de yine otomatikman suratımda bir tebessüm belirdi. Bu sefer sel nedeniyle arabasını bırakmış yolun ortasında takım elbisesiyle inmiş arabadan, otoyolun ortasında, yakasında güneş gözlüğü ile koşa koşa şirketine gitmeye çalışıyor. Niye koşa koşa diye soracak olursanız onu ben de bilmiyorum. Araba satmakla alakadar bir iş sahibi olan bu güzel insan dizine kadar suya girip arabaların durumuna bakıyor ediyor, sonra da yumurcak kameramanın yaklaşıp "çok hasar var mı?" sorusuna "hasar var ya, hasar olur zaten o normal de can kaybı yok çok şükür çalışanlarımızdan" diyor hafif bir tebessümle. 2 dakikalık bir haberde yine gönlümü aldı bu adam. "Hümanist adammışsın vesselam" deyip sonraki habere geçtim ben de.

Sektörüm kan ağlıyor

8 Eylül 2009 Salı

Bugün arkadaşımın yolladığı bir link ile titredim. Önce şaka sanıp sonra korkarak gerçek olduğunu anladığım bu site Rasim adlı birine aitti. Peki nedir bu Rasim'de seni bu kadar titreten diye soracak olursanız sektörümün düştüğü içler acısı hali gösterdi bana Rasim ondandır derim. Nicedir bilgisayar mühendisliği bölümünde okumaya çalışmaktayım. Bölüme başlarken de "okurken bir yandan ufak tefek internet siteleri yaparım 3-5 para kazanırım" diye seviniyordum ancak zaman geçtikçe gördüm ki bu işler liseli gençlerin eline düşmüş. 50 milyona hazır tasarım bir sitenin adını yanını değiştirip yaptık diye satıyorlar. Rasim ise en somut örnek oldu sanırım buna. Hatta olayı bir adım ileri taşıyıp WEP tasarlıyor dizayn ediyor bu arkadaş. Ben WEB'i yanlış yazdı herhalde diye düşünürken gördüm ki özgüvenle her yere WEP yazmış bu arkadaş. Bir domain host şirketi açmış arkadaş oraya da verebildiğince vermiş linki. Ayrıca hiçbir masraf gerektirmeyen format olayına yeni bir boyut getirip üstüne oyun da yükleyerek (ki %99 ihtimalle korsan olduğunu düşünüyorum) 20 tl kazanmayı da planlamış Rasim. Sitedeki oyun reklamına göre de cd oyunlar 1 tl dvd oyunlar 3 tl'den satılmaktaymış. Sanırım bu da alenen korsana giriyor. Ayrıca teknik sevis diye de birşey icat etmiş. Sanmıyorum ki o sevis de yazım hatası olsun. WEP gibi bir Rasim icadıdır bence bu teknik sevis. Ayrıca wep sitesi tasarlayan bir insana da sormazlar mı kendi web siteni yapmışın ancak nereye tıklasak aynı sayfa açılıyor diye.

Kısacası ülkemiz Rasim dolu. Kazandığı paraya da yaptığı işe de birşey demem ancak cahil halkı bilmeyenleri böyle göz göre göre saçma sapan işlerle (hatta bu Rasim örneğinde olduğu gibi yasadışı, korsan cdlerle) kandıran dolandıranları hiç sevmem. Tahmin ediyorum ki bu Rasim de öbür Wep sitesi tasarlayan Rasim'ler gibi ümidini kesecek ve yokolup gidecek. Geride de "bu ülkenin insanları niye böyle milleti kandırmacalı, kolay yoldan köşe olmaya çalışmacalı işler yapıyor" diye düşünen bir ben kalıcam.

İnanmayanlar olursa diye buyrun size Rasim: http://rasimwep.somee.com/index.htm

Birşeyler mi yapsak

7 Eylül 2009 Pazartesi

İnternetten dolaşan yardım toplama amaçlı yazılmış mailler konusunda şüphecinin önde gideniyimdir. Gelin görün ki az önce okuduğum yazı son derece etkileyiciydi. Daha somut birşeyler yapabilmek isterdim ancak, siz sevgili okurlarımı haberdar etmek ile yetinebiliyorum ancak. Birşey yapamayacak olsanız bile keyifle okunacak ve farkındalık yaratacak güzel bir yazı. Bu konuda çabalayan herkese de Türkiye adına teşekkür ediyorum.

http://kumralada-ada.blogspot.com/2009/08/kucugum.html

Ağlamaklı şeker reklamları

Bu sene ramazanın birşeyleri eksik gibi sanki diye düşünürken kabusum az önce 37 ekran televizyonumda boy gösterdi. Ağlamaklı, duygu sömürülü şeker reklamları. Sattığı ürüne öldüresiye tezat olan bu reklam konsepti de son bulsun tandanslı bir kampanyayı şuan burada başlatmak istiyorum. Artık ellerinde şeker kasesiyle ağlak ağlak ekrana bakan yaşlılar ya da tek başına şeker yiyen kimsesiz çocuklar görmek istemiyorum Bana gelsinler ürünü övsünler, "tadı şöyle süperdir" desinler ben de gidip alayım afiyetle yiyeyim. Anlasınlar artık bir markanın reklamı ağlattığı için kimse gidip özellikle o markayı tercih etmez.

Ruh haline göre müzik seç

5 Eylül 2009 Cumartesi

İşte keşke benim aklıma gelseydi diyebileceğim türden bir internet sitesi. Musicovery adlı bu sitenin yaptığı şeyi kısaca özetlemek gerekirse aradığınız müziğe olabilecek en kolay şekilde ulaşmanızı sağlıyor. Şöyle ki açılan sayfadan kendinize en uygun ruh halini seçiyorsunuz. Sonra da çalmasını istediğiniz şarkıların yıl aralığını ve türünü seçip kendinizi musicovery'nin şefkatli kollayına bırakıyoruz. Ortaya çıkan ilginç şekildeki her bir topik bir şarkıya tekabül ediyor ve birbirlerine bağlantıları ve renkleri ile de o şarkılar hakkında bağlantı kurmanızı ve bilgi edinmenizi sağlıyor. Ne dinlesem diye düşünenlere tavsiye ederim.

Helal internet

4 Eylül 2009 Cuma

Sağda solda gördüğümde şaka sandığım bir sitenin gerçek olduğunu öğrendim az önce. I'mHalal adlı site Britanya'dan çıkma ve müslümanlara yönelik arama yapmaya imkan veren bir site. "Nasıl yani müslümanlara yönelik" diye sorduğunuzu duyar gibiyim sevgili okurlarım. Hemen açıklıyayım: şöyle ki sitede önceden tanımlanmış bazı helal olmayan kelimelerin aramasına izin vermiyor. Örneğin "sex" yazıp aradığınızda "yapma etme din kardeşim 3. seviyeden haram bu kelime, gel sen vazgeç bu işten arama bunu" diyor, böylelikle müslümanlar da mağdur olmuyor arama yaparken. Ayrıca drugs (uyuşturucular) 2. kademe haram ve alcohol (alkol) 1. kademe haram aramalarını da yaparsanız yine benzer bir uyarı çıkıyor ancak altındaki "tamam güzel kardeşim bunların haram olduğunu anladım ama sorun olmayacak yine de neticeleri görmek istiyorum" yazısına tıklayınca neticeleri görebilmek mümkün. Ne diyeyim internette mağdur olmak istemeyen müslümanlar için düşünülmüş tasarlanmış bir site.

Modern tıbbı küstüren genç

Geçtiğimiz ayın sonunda televizyonda izlediğim Doktorum adlı programla ilgili bir yazı yazdıydım. Yazıyı yazdığım günden sonra da ne olduysa programı gece izleyemez oldum. Hemen kendime pay çıkarıp "ne mübarek adammışım ki serzenişvari yazdığım yazı neticesinde anında kaldırdılar programı" diye neşeye kestiydi naçiz bedenim. Hemen 5 dakika sonra da bütün bu neşe yerine aldı beni bir düşünce. Kaç yıldır ilk defa televizyonda bir Türk kanalında izlediğim bir kanaldan gerçekten bir şeyler öğreniyordum, bilir kişiler konuşuyordu. Devir teknoloji devridir diyip ver ettim aklımdaki merakımı Google'a o da saolsun buldu bana bu serzeniş kurbanı programın akibetini. Öğrendim ki program sabah normal saatinde yayınlanmaya devam ediyormuş da gece yayınlayıp bana göstermiyormuş kendini. Tabi beni yine hemen aldı bir düşünce daha. "Acaba benle alakadar faydalı güzel bilgiler anlatmaya devam ediyorlar mıdır" diye düşünceler içinde kaldım. Program da öyle bir saatte ki yatmadan izliyeyim de yatayım desem ertesi günüm çok saçma olur. Sabahın 8:30'unda sağlık programı izlemek için uyandım tatil vakti desem taşlarlar adamı kalmaz sağlık falan zaten. Benim de televizyondan 2 gram sağlıklı yaşam teknikleri öğrenme hevesim içimde kaldı. Ne pis programmış bu da arkadaş izlesen bir dert izlemesen bir dert.

Türk insanı kalıp sever

Türk insanı yaratıcıdır, buna lafım yok. Ama biri de yaratıcı birşey üretmeye görsün hemen bin tane benzeri çıkıyor. Kaç zamandır sağda solda görmekten tiksindiğim 2 kalıp var ki gördüğüm yerden kaçıyorum artık.

Birincisi rock müzik yapılan hadiselerin isminin sonu rak ile biten bir kelime seçip bunu rock olarak yazmak. Yanılmıyorsam ilk olarak Barış Manço televizyon programına isim olarak Çıngırock koymuştu. Dorock, burock, çorock, tarock gibi bin tane örnek mevcut.

Diğeri de "ümitsizseniz, ümitsizsiniz" kalıbı. Bunu da ilk defa otobüste bir reklamda görmüştüm sonra ardı arkası kesilmed. Sinirsizseniz sinir sizsiniz, sizsizseniz siz sizsiniz, hississeniz hiz sissiniz gibi binlerce örnek. Bunun okuması da zor bir de başa bela oluyor okurken.

Burdan başlatmak istediğim dev kampanya ile şu 2 kalıp kalksın artık ortadan. Sıtkım sıyrıldı bunları görmekten. Yaratıcı güzelim yurdum insanı bunlarla sınırlı kalmasın gelişsin artık. Bunlardan birini gördüğüm bir tabela daha görürsem "taş yok mu lan taş" diyip camını çerçevesini indiririm o mekanın şimdiden uyarmış olayım.

Samurai Champloo

3 Eylül 2009 Perşembe

Bu blogu açtığım günden itibaren kültür sanat faaliyetleri çerçevesinde hep aklımda vardı güzel animeleri tanıtmak, yurdum insanlarını animelerden haberdar etmek. Kısmet bugüneymiş demek ki. İlk olarak seçtiğim anime de ilk defa anime izleyecek birisine son derece uygun klasik tarza yakın bir anime. 2004 yılı yapımı olan 26 bölümlük (her bir bölüm 20 dakika) Samurai Champloo, karakterleriyle ön plana çıkan bir anime. Birbirleriyle zıt sayılabilecek 3 karakterin ortak bir macerada yollarının kesişmesini anlatan anime Japonya'nın eski dönemlerinde geçiyor ve bu açıdan da diğer birçok animeyi izleyecek olanlara bir ön bilgi oluyor. Aksiyon ve komedi türünün en güzel örneklerinden birisi olan bu anime de diğer birçok anime gibi manga'dan (çizgi romanların Japon versiyonları diyebiliriz) türemiş bir animedir. Anime nedir diye merak edip başalamaya niyet edenler için ideal bir animedir, ayrıca Mugen karakteri de favorimdir.

Staj işlemleri ve bürokratik kabus

Birçok müzmin mühendislik öğrencisi gibi ben de "vakti gelmiştir" diyip staj yapmak amaçlı düştüm yollara. Yazın da ucu ucuna son dönemine geldiği için ivedilikle halletmeye çalışıp 2 günümü kabus eden bu işlemler silsilesini ve saçmalığını anlatmak istedim. Yurdumun diğer başarılı üniversitelerini tenzih ederim tabi ben kendi dandik üniversitem olan İstanbul Ticaret Üniversitesi adına konuşuyorum sadece. Tek tek aşamaları yazayım anlarsınız neler çektiğimi.

  1. Şirket bulunur gidilir şirketle konuşulur anlaşılır. Şirket bilgileri de alınır.
  2. Sonrasında bölümün kampüsüne (benim için Küçükyalı) gidilir staj bildirim formu doldurulur verilir. Ordan da sigortayı okulun yapacağına dair bir kağıt alınır dekana imzalatılır (biz söyleyince inanmıyolar sanki) şirkete götürülür. Şirketten de staj onay belgesi alınır.
  3. Yine Küçükyalı'ya gidilir onay belgesi alakadar kimseye verilir. Tabi bu esnada koskoca okulda fotokopi makinası bulunamaz türlü ızdıraplar çekilir.
  4. Sonrasında sigorta işlemleri için en az öğrencinin bulunduğu Eminönü kampüsüne gidilir. Ders kaydının bile internetten yapılamadığı bir okulda öğrencinin bilgilerini Eminönü'ne yollayıp sigortayı başlatmak yerine öğrenci oraya gönderilir.
  5. Eminönü'nde sigortacı abla bulunur 10-15 dakikalık dandik bir işlem için oralara gidilmesi insanı ayrıca kahreder. Ordaki abla sigortayı başlatır elinize bir kağıt verir bunun fotokopisini çek şuralara buralara yolla der.
  6. Sigorta zımbırtılarının aslı staj yapılacak şirkete götürülür.
  7. Sigorta zımbırtılarının kopyası Küçükyalı'da ki kampüsteki alakadar kimseye götürülür verilir.
  8. Staj defteri denen stajda neler yapıldığının yazılacağı defter bozuntusu da anlaşmalı şirket kâr edebilsin diye sadece Üsküdar kampüsünde satılmaktadır. Toptan diğer kampüslere dağıtalım oradaki öğrenciler buraya gelmeden alabilsin gibi bir olasılık hiç düşünülmemiş.
Tamamen abartmaksızın en kolay haliyle staj işlemleri bu kadar zahmet gerektiren birşey. Çok ekstrem bir durum oldu ve bütün görevlileri yerinde buldunuz ve bir günde bu işleri hallettiniz diyelim. Bu durumda bir gün içerisinde gitmeniz gereken toplam güzergahı yazmak gerekirse: ev - şirket - küçükyalı - şirket - küçükyalı - eminönü - şirket - küçükyalı - üsküdar - ev şeklinde oluyor. İstanbul'u ve trafiğini de bilmeyenler için Google Earth'ten faydalanıp staj şirketini ortalama bir yerde seçip kuş uçuşu (yolları göz ardı ederek direk harita üzerindeki mesafe) olarak mesafeyi hesaplamak gerekirse de 150 kilometre ediyor. İstanbul şartlarında böyle bir işi bir günde bitirebilmek epik bir başarı sayılır yani.

Anlamadığım şey ise ilim irfan öğrenmeye gittiğimiz yerin teknolojiden internetten haberi yok. Varsa da "biz ne uğraşalım kardeşim öğrenciler gidiyo geliyo işte ne güzel" diye düşündüklerinden kelli bu durumu değiştirmeye yönelik en ufak bir çabaları bile yok. Bürokratik olayları zaten hiç sevmezdim de uzun zamandır bu kadar yıldığımı da hatırlamıyorum. Bütün bu olaylar içinde belki de tek güzel şey varsa o da stajın yalandan olmasıdır.

Dünya barış günü

1 Eylül 2009 Salı

Parahumanbeing şimdi de okuyucularına dev hizmet olarak günün anlam ve önemini bildiriyor. Sağdan soldan duyduğum üzere de bugün (1 eylül) dünya barış günüymüş. Böyle bir gün olması iyi ne güzel diye düşünüyordum ki biraz irdeledim sonra da hayretlere gark oldum. Bundan yıllar yıllar önce politik yollarla Danzig Sorunu'nu halledemeyen Almanya "vay siz misiniz bu sorunu politik yollarla hallettirmeyen" diyerek Polonya sınırını geçip paldır küldür savaşa tutuşmuşlardır, dahası bu olay 2. Dünya Savaşı'nın da başlangıcı olmuştur. Sonralarda da bir cin fikirli nereden estiyse bu günü dünya barış günü olarak belirlemiştir. Keşke savaşın bittiği günü seçseydi böyle bir gün olarak diye içimden geçirmeden edemedim. Yurtta sulh cihanda sulh dileklerimle, barışçıl kalın.

Blog Widget by LinkWithin